5 Nisan 2020 Pazar

ORTA OYUNU


                                                  METİN
                                        Hazırlık Çalışmaları
1.       İnsanları güldürmek, eğlendirmek bir sanat mıdır? Sınıf ortamında tartışınız.
2.        Tiyatroların güldürü ağırlıklı olması, her zaman toplum tarafından kabul görür mü? Sözlü olarak ifade ediniz.
3.        Oyuncuların seyirciye bir öğüt veya ders vermek amacıyla oynadığı doğaçlama bir oyun seyrettiniz mi? Arkadaşlarınızla paylaşınız.
1.GİRİŞ

Görsel 6.5: Orta oyunundan bir sahne

(Zurna Pişekâr havası çalarken Pişekâr gelir ve meydanı bir defa dolaştıktan sonra iki eliyle temenna ederek.)


PİŞEKÂR — Bu akşam, “Gülme Komşu­na” namındaki oyunu temsil edeceğiz.(Der ve bir kenara çekilir.)

2-MUHÂVERE (ARZBÂR )

(Zurna Kavuklu havası çalmağa başlar. Kavuklu arkasında Cüce ile gelir ve bir defa meydanı dolaşır.)
KAVUKLU — (Cüce’ye) Kapıyı kilitledin mi? Anahtarı aldın mı?
CÜCE — Kapıyı kilitledim ama anahtarı üstünde bıraktım.
KAVUKLU — Anahtar kapı üstünde bırakılır mı?
CÜCE - Geçen akşam hırsız, komşuya girerken, kapıda zahmet çekmiş, kırmış. Kolaylık olsun diye ben de anahtarı üstünde bıraktım.
KAVUKLU — Hay Allah müstahakkını versin! Anahtar hırsız girmesin diyedir, hırsıza kolaylık vermek için değil.
PİŞEKÂR — (Arkalarından) Hay gidi aptallar hay! Anahtarlarını kaybetmişler, kilitli kalmışlar.
KAVUKLU — (Ses gelen tarafa dönerek) Senin çenen, ama açık kalmış... Siz çilingir misiniz?
PİŞEKÂR — Hayır, efendim; bendeniz bu mahallenin muhtarıyım. Bir müşkülünüz mü var?
KAVUKLU — Bizim yok ama, burada bir düşkün var.
PİŞEKÂR — Ne düşkünü?
KAVUKLU — Senin gibi bir tımarhane düşkünü.
PİŞEKÂR — Efendim, “ — Bir müşkülünüz mü var?” dedim, yani bir işiniz mi var?
KAVUKLU — Evet bir dişi’miz var, iki babamız... Sen bizi hindi çobanı mı zannettin?
PİŞEKÂR — Hayır, hindi çobanı mindi çobanı değil, ben sizi hiçbir şeye benzetemedim.
KAVUKLU — Efendim, sayenizde biz de adamız.
PİŞEKAR — Bir adam kendine iftira etmez. Yalan söylüyorsun. (Güler.)
  KAVUKLU — Sana adam olduğumuzu nasıl ispat edelim? İşte senin gibi başımız, elimiz, ayağımız var.
PİŞEKAR — Dünyada her şey olağandır. Siz de neden adam olmayacakmışsınız.
KAVUKLU — Yediği naneye bak.
PİŞEKÂR — Efendim, maksat latife. Size takılmak.
KAVUKLU — Bize takılırsan Yenikapı İstasyonunda ayazı çekersin. Bizi şimendüfer lokomotifi mi zannettin yahu?
PİŞEKAR — Hayır, efendim, “Şeker yapalım.” dedim.
KAVUKLU — İyi ama, sen bunak, ben avanak, kıvamını kaçırırız. Ne şekeri yapıyorsun canım? Sen ayak­üstü şekerleme yapıyorsun galiba ki, böyle sözler söylüyorsun.
PİŞEKAR — Canım, efendim, siz kimsiniz? Kimin nesisiniz? Nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz? Ananız, babanız var mı?
KAVUKLU — Müsaade et, mahalleden kayıtları getireyim bari.
PİŞEKÂR — Ne kayıtları getireceksin?
KAVUKLU — Ne bileyim. Silsilemi soruyorsun.
PİŞEKÂR — Adını öğrenmek istiyorum. Adın ne?
KAVUKLU — Ali.
PİŞEKÂR — Nasıl Ali?
KAVUKLU — Sade Ali.
PİŞEKÂR — Maşallah, sade Ali Efendi.
KAVUKLU — Pederi tanır mısın?
PİŞEKÂR — Hayır.
KAVUKLU — Peynirli-pide... Ulan, biz börek sülalesinden miyiz? Niçin bana “Sade Ali Efendi” diyorsun?
PİŞEKÂR — Şimdi söylemediniz mi?
KAVUKLU — Evet, ama, “sade”nin lüzumu yok; yalnız Ali Efendi.
PİŞEKÂR — Maşallah Yalnız Ali Efendi.
KAVUKLU — Canım, “yalnız”ı malnızı yok; bayağı Ali Efendi.
PİŞEKÂR — Bu sefer “maşallah” demeyeceğim, Bayağı Ali Efendi.
KAVUKLU — Artık tepem atıyor, Ulan, benim nerem bayağı? İsmim Ali vesselam!
PİŞEKÂR — Vay! Ali Vesselam Efendi.
KAVUKLU — Haydi def ol oradan! Benimle eğleniyor musun?
PİŞEKÂR — Yok, Ali Efendi, ben seni tanıdım; yalnız bir parça üzeyim diye yaptım. Nasılsın bakayım, ne âlemdesin?
KAVUKLU — Ben seni tanıyamadım ki.
PİŞEKÂR — “Tanımadım.” ne demek? Beni tanıyacaksın, a canım.
KAVUKLU — Tanımadım.
PİŞEKÂR — Tanıyacaksın, ulan.
KAVUKLU — Tanımadım, ulan.
PİŞEKÂR — Hele bir dikkatli bak. Bana “insan sarrafı, lakırdı kavafı, meydan bülbülü Küçük İsmail Efendi” derler.
KAVUKLU — Ah, İsmail Efendi, ben de seni arıyordum. Şimdi derdimi anlatırım, yalnız, şu çocuğa biraz harçlık ver de gitsin.
PİŞEKÂR — (Cüce’ye) Al, oğlum, şu yirmi beş kuruşu.
KAVUKLU — (Cüce’ye) Gel bana bakayım. Ver o yirmi beşliği. (Alır.)
PİŞEKÂR — Sen de mi para veriyorsun?
KAVUKLU — Ne olur ne olmaz, üstünde para bulunsun. (Cüce’ye) — Haydi bakalım, doğruca eve git şimdi. (Cüce gider.)
PİŞEKÂR — Ey, bakalım, ne âlemdesin Aliciğim?
KAVUKLU — Sorma, İsmail Efendi. Pederin vefatından sonra bütün bütün sefil kaldım. Hangi işi tuttumsa muvaffak olamadım. Nihayet, Etyemez’de, deniz kıyısında bir kahve tuttum, işlek yer olmadığı için pek kazanç olmuyorsa da civar komşuların yardımıyle geçiniyorum.
PİŞEKÂR — O da iyi.
KAVUKLU — Bir gün kahvenin yanındaki konağın sahibi bey beni çağırttı: “— Oğlum, bizim kerime bu perşembe gelin oluyor. Damadın evi Macuncu’da. Mürüvvetimi göstermek için gelin alayını Beyazıt’tan, Edirnekapısı’ndan dolaştırmak suretiyle göndereceğim. Sen işgüzar bir adam olduğun için, bu alayı idare ede­ceksin. Ben de seni iyice memnun edeceğim.” dedi.
PİŞEKÂR — Ah, ne âlâ iş!
KAVUKLU — Perşembe geldi; sabahleyin kapının önüne elli tane araba dayandı, beş altı tane de binek beygiri. Düğün sahibi, benim için, “Bir kazaya maruz kalmasın.” diye bir beygir intihâb etmiş ki görme. Gayet güler yüzlü: Gülmekten dişleri meydanda bir hayvan. Hem de gayet düşünceli bir hayvan: Gözlerini kapamış, tefekküre dalmış sanırsınız. On altı sopa vurdum ancak o zaman kuyruğunu bir defa salladı.
PİŞEKÂR — Aman birader, o tarif ettiğin senin, gayet ihtiyar bir beygir olacak.
KAVUKLU — “İhtiyar” da söz mü? Bir patlıcana dört değnek sok, işte bizim beygir. Kolumdan tutup beni bindirdiler. Her ne kadar “Deh, meh!” dedikse de beygir öyle yürüyecek gibi gözükmüyordu. Bereket versin, gelin arabacısı usta bir adammış; hemen bir kumanda etti: “Dayana dayana beygiri tramvay yoluna bastırın.” dedi. Güç hâl ile dediğini yaptılar. Arabacı da oku getirdi, beygirin kuyruğuna kuyruğuna dayadı.
PİŞEKÂR — Aman birader, kazalı iş o.
KAVUKLU — Kazalı ama, bir kere söz verdik.
PİŞEKÂR — Eey sonra?
KAVUKLU — Arabacı o acar beygirine kamçıyı vurdu mu, bizimki şöyle bir ilerler gibi oldu. Ama inatçı mı inatçı, ön ayaklarını diredi, dayandı kaldı. İhtiyar, mihtiyar, hayvanın bu hâline şaşakaldım. Arabacı biraz daha zorlayınca hayvanın ayakları tramvay yolunda olduğu için, kızak kayar gibi ilerlemeye başladı. Nihayet, hayvan da alıştı, yürüdü. Arkamda, alayın azametini sorma. O elli araba, iki tarafın arabacıları, davetliler, kendi kendi­ni davet edenlerle beraber lebaleb dolu idi. Beyazıt’tan, Fatih’ten, Edirnekapısı dışına çıktık.            PİŞEKÂR — Orada bakla tarlaları filan vardır.
KAVUKLU — Evet. Yol uzak, hava da sıcak olduğu için, geline bir parça nefes aldırmak maksadıyla Bayrampaşa’da durduk, arabanın kale tarafına olan kapısını açtık; biz de mahalle delikanlılarıyla atlardan inerek birer kahve içtikten sonra tekrar yola koyulduk. Tam Topkapı’ya geldiğimiz sıralarda idi, gelin arabasından, yenge hanım başını çıkarıp: “Ali Efendi! Ali Efendi!.. Ben sıcaktan uyumuş kalmışım. Şimdi gözümü açtım, ne göreyim, gelin yanımda yok. Acaba Bayrampaşa’da mı kaldı, düştü mü, ne oldu, bilmiyorum?” demesin mi!
PİŞEKÂR — Eyvah, Ali’ciğim! Ne yaptın?
KAVUKLU — Ne yapayım. Pek fena bir vaziyet. Arabayı boş göndersem güvey evinden gelin soracaklar; kızın evine gitsem, babası benim yakama yapışacak. Bir lahza düşündüm, derhal vaziyeti kavradım. Misafir arabalarını yavaş yavaş yürümelerini tenbih ederek düğün evine doğru yolladım; gelin arabalarını geri çevirttim, aynı yoldan, ters geri, aramaya başladım.
PİŞEKÂR — Aman Yarabbi!.. Eey sonra?
KAVUKLU — Bayrampaşa’ya gelince yüreğim ferahladı.
PİŞEKÂR — Gelini mi gördün?
KAVUKLU — Kâfir gelin, gelincik! Bakla tarlasına girmiş, safasına bakmıyor mu!
3-FASIL
PİŞEKÂR — Her ne hâl ise! Bu tarafa gelmekten, beni aramaktan maksadın ne?
KAVUKLU — Ah, İsmailciğim, anlatayım. Pek acınacak bir hâldeyim. Konu- komşunun delaleti ile evlen­dim. “Evlendim.” ne demek, başımı belâya soktum.
PİŞEKÂR — Hayr ola! Ne gibi?
KAVUKLU — Ne gibi olacak İsmailciğim. Aldığım kadın yüzüne bakılacak kadar güzel; güzel ama, huyu da o nispette çirkin. Tembel, o kadar tembel ki tarif edemem. Akşamları, yemek diye ekseriya birbirimizi yeriz; çamaşır ne yıkar, ne yıkatır. Bir şey lazım oldu mu, kirli sepetine müracaat eder, en beyazı hangisi ise onu alır giyeriz.
PİŞEKÂR — Canım, böyle münasebetsizlik olmaz. Hem sen çok mübalâğa ediyorsun.
KAVUKLU — Eğer mübalağa ediyorsam senin hayrını görmeyeyim.
PİŞEKÂR — İnandım, yemin etme.
KAVUKLU — İşte onun şerrinden evi terk edip kaçtım. Şimdi senden bir ev istiyorum. Eğer nadim olup gelirse barışacağım, gelmezse bırakacağım.
PİŞEKÂR — Vah, Aliciğim, vah! Sen hiç merak etme, ben sana istediğinden âlâ bir ev bulurum. Bak, elimin altında bir konak yavrusu var.
KAVUKLU — Yeni mi doğdu? Tüylerini sen mi yaladın?
PİŞEKÂR — Canım, öylesi değil. Ufacık bir ev. Gel seni götüreyim. Lâkin biraz uzakça.
KAVUKLU — Öyleyse arabaya binelim.
PİŞEKÂR — (Bir arabacıyı çağırır gibi yaparak) Arabacı! Arabacı! Bizi Şehzadebaşı’na kaça götürürsün? (Sesini değiştirerek) On beş kuruşa. (Tabii sesiyle) On kuruşa idare etmez mi?
KAVUKLU — (Bu esnada Pişekâr’a hayretle bakmaktadır.) Çıldırdın mı yahu? Kiminle konuşuyorsun?
PİŞEKÂR — Görmüyor musun arabacıyı?
KAVUKLU — Alimallah seni bağlar, tımarhaneye yollarım. Araba nerede?
PİŞEKÂR — Önünde duruyor. Çok söyleme; bak, ben biniyorum. (Arabaya biner gibi yapar, Kavuklu
da onu taklit eder.) Şöyle geç bakayım.
KAVUKLU — Bunun önü, arkası nerede?
PİŞEKÂR — Ömründe araba görmemiş gibi yapıyorsun. (Pastav’ı Kavuklu’nun kafasına vurarak “Deh! Deh!” diye arabayı sürer ve meydanı bir iki defa devreder.) Eh! Geldik.
KAVUKLU — Ne insafsız arabacı bu. Durmadan hayvanı kamçıladı, sanki bana vuruyormuş gibi de acısı yüreğime çöktü.
PİŞEKÂR — E azizim, işte eve geldik. (Pastavla yenidünyanın kenarına vurarak) Kapıyı da açtım, haydi gir bakalım.
KAVUKLU — Bunun neresine gireyim? Bu, sansar kapanı gibi bir şey.
PİŞEKAR — Canım, merdivenden bir çık. Pat... pat... pat...
KAVUKLU — (Aynı hareketi tekrar ile, yenidünyadaki iskemleye çıkar.) Oh! Hakikat hâl, güzel bir evmiş. Ne manzara, ne manzara! (İner.) Bunun aylığı kaça?
PİŞEKAR — Senin için on lira ama bir seneliği peşin.
KAVUKLU — Hay hay! Al. (Eliyle para verir gibi yaparak) Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on. PİŞEKÂR — Hani para?
KAVUKLU — Hani ev?
PİŞEKÂR — İşte ev.
KAVUKLU — Böyle evin parası da benim verdiğim gibi olur.
PİŞEKÂR — Haydi, sen şimdilik otur, sonra uzlaşırız.
KAVUKLU — Eksik olma birader.
PİŞEKÂR — Hayırlı olsun. (Gider.)
(Zurna çalarken I. Zenne gelir, meydanı bir defa dolaşır.)
1.       ZENNE — Evvel benim nazlı yârim.
Severim kimseler bilmez.
Bir aşkadır düştü göynüm,
Yanarım kimseler bilmez.
PİŞEKÂR — (Karşılayarak) Maşallah, hanım kızım! Böyle takmış takıştırmış, yapmış yakıştırmış, nereden gelip nereye gidiyorsun?
1.       ZENNE — Ah, İsmail Efendi pederim! Başıma gelenleri sormayınız.
PİŞEKÂR — Hayr ola, evladım! Bir hâl mi oldu?
1. ZENNE — (Utanarak) Ah! Neler, neler... Ne hâller oldu? Nasıl söyleyeyim, utanıyorum.
PİŞEKÂR — Teehhül filan mı ettin?
1. ZENNE — Derdimi bildin, İsmail Efendiciğim. Pederim ısrar ile hiç tanımadığım bir adamla beni evlen­dirdi. Koltuk merasiminde yanıma, kocam olacak, kaba saba bir herifin geldiğini görünce ne kadar talihsiz olduğumu anladım. Fakat pederimin hatırını kırmamak için her şeye katlanmaya karar verdim. Evlendiğimizin daha ikinci günü küfeyle eve geldi. Konu komşuya rezil olduk.
PİŞEKÂR — Vah, yavrum, vah! Seni yakmışlar.
1. ZENNE — Ah! Sorma, İsmail Efendi. Her şeyine katlandığım hâlde, en nihayet ne yapsa beğenirsiniz! Evi bırakıp kaçtı.
PİŞEKÂR — Vah, yavrucuğum, vah!
1. ZENNE — Bu tarafa geldiğini duydum. Kadınlık hissini yenerek onu aramaya çıktım. Ne kadar olsa ilk göz ağrısı.
PİŞEKÂR — Kimmiş o? Ben tanır mıyım acaba?
1. ZENNE — Elbette tanırsınız. “Kel Ali” diyorlar.
PİŞEKAR — Bildim, bildim. Yalnız, onun bu hâllerini bilmiyordum. Kendisi de ailesinden şikâyet ederek geldi, burada ev tuttu.
1. ZENNE — O kör olası her şeyi yapar eder, sonra da zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkar.
PİŞEKAR — Kızım, ne de olsa, mademki senin erkeğin, hazır gelmişken sizleri barıştırayım. Hem ben, onu fena huylarına tövbe ettiririm.
1. ZENNE — Siz bilirsiniz.
PİŞEKAR — (Kavuklu’yu çağırır.) Ali Efendi! Ali Efendi! Bak, senin ailen geldi. Senden birçok şikâyet edi­yor. Zavallı kadıncağıza yapmadığını, bırakmamışsın.
KAVUKLU — Haşa, İsmail Efendi. Emin ol, kabahat yalnız bende değil. Ben bir daha fena bir şey yapma­maya söz veriyorum. Gel bizi barıştır.
PİŞEKAR — Gel! (Kavuklu ile I. Zenne’yi el ele verir, her ikisi de kedi miyavlaması gibi ağlamaya başlarlar.) Haydi bakalım, artık evinize gidiniz. (I. Zenne ile Kavuklu, yenidünyaya girer, Pişekâr gider.)
(Zurna ile II. Zenne gelir.)

4-Bitiş

PİŞEKAR — Hakkın var, Ali Efendi oğlum, bu hâl ne senin ailende, ne de benim kızımda vardır. Maksat, ibret alınsın diye bir vak’ayı temsilden ibarettir. Velî-nimetler af etsinler.

Orta Oyunu Hazırlayan: Cevdet Kudret Solok




KELİMELER

beygir: Sadece yük taşımakta veya araba çekmekte kullanılan at.
civar: Yöre, çevre.
çilingir: Anahtarcı.
delalet: Kılavuzluk, aracılık, iz, işaret.
intihab: Seçim hakkı.
latife: Yumuşak, hoş, güzel, sevimli. Güldüren, tuhaf ve güzel söz, şaka, lebalep: Silme.
kavaf: Ucuz, özenmeden ve bayağı cins ayakkabı, kemer, cüzdan yapan veya satan esnaf,
muvaffak: Başarmış olan, başarılı,
müşkül: Engel, güçlük, zorluk.
pastav: Orta oyununda Pişekâr’ın elinde bulundurduğu, çeşitli yerlerde kullandığı ve “şak şak” diye ses veren tahtadan maşa.
silsile: Birbirine bağlı, birbiriyle ilgili şeylerin oluşturduğu dizi, sıra,
şimendifer: Demir yolu. Tren,
teehhül: Evlenme,
 tefekkür: Düşünme, düşünüş.
tenbih: Bir şeyin belli biçimde ve yolda yapılmasını söyleme, bunu üsteleyerek hatırlatma, uyarı, uyarma,
zurna: Keskin bir ses çıkaran ve çoğu zaman davulla veya dümbelekle birlikte çalınan nefesli çalgı.


Metin ve Türle İlgili Açıklamalar


Orta oyunu, çevresi izleyicilerle çevrili bir alan içinde oynanan, yazılı metne dayanmayan, içinde müzik, raks ve şarkı da bulunan doğaçlama bir oyundur. Orta oyunu adının geçtiği ilk belge 1834 tarihlidir. Daha eski kaynaklarda bu oyun; kol oyunu, meydan oyunu, taklit oyunu, zuhuri gibi adlarla anılmıştır.
Orta oyunu, han ya da kahvehane gibi kapalı yerlerde de oynanmakla birlikte, genel olarak açık yerler­de, ortada oynanan bir oyundur. Oyunun oynandığı yuvarlak ya da oval alana palanga denir. Oyunun dekoru, yenidünya denilen bezsiz bir paravandan ve dükkân denilen iki katlı bir kafesten oluşur. Yenidünya ev olarak dükkân da iş yeri olarak kullanılır. Dükkânda bir tezgâh, birkaç hasır iskemle bulunur.
Orta oyununun kişileri ve fasılları Karagöz oyunuyla büyük oranda benzerlik gösterir. Oyunun en önem­li iki kişisi Kavuklu ile Pişekâr’dır. Kavuklu, Karagöz oyunundaki Karagöz’ün karşılığı, Pişekâr da Hacivat’ın karşılığıdır. Orta oyununda da gülmece öğesi Karagöz oyunundaki gibi yanlış anlamalara, nüktelere ve gülünç hareketlere dayanır. Oyunda çeşitli mesleklerden, yörelerden, milletlerden insanların mesleki ve yöresel özellikleri, ağızları taklit edilir. Bunlar arasında Arap, Acem, Kastamonulu, Kayserili, Kürt, Frenk, Laz, Yahudi, Ermeni vb. sayılabilir.
Orta Oyununun Özellikleri
* Orta oyununda yazılı bir metin yoktur. Oyun kişiler tarafından doğaçlama olarak oynanır. Bu da orta oyununun modern tiyatrodan ayrılan en önemli yönünü oluşturur.
* Orta oyunu seyircilerin etrafında toplandıkları yuvarlak bir sahnede oynanır. Bu sahneye meydan ya da palanga adı da verilmektedir. Oyunun oynandığı sahne ile seyirciler birbirlerine çok yakındır.
*       Günlük ve sıradan olaylar işlenir. Ancak bunun yanında masallar, efsaneler, halk hikâyeleri de konu olarak işlenebilir. Oyundan önce konu seyirciye tanıtılır.
*       Bu oyunda güldürü ve taklitler ağırlıktadır.
*       Ana oyuncular Pişekâr ve Kavuklu’dur. Bunun yanında çok sayıda karakter de aynen Karagöz’de olduğu gibi sahneye çıkmaktadır.
*       Karagözde de olduğu gibi usta-çırak ilişkisi altında oyuncular yetiştiği söylenebilir.
*       Oyuncuları kendilerine has, temsil ettikleri yörenin kıyafetlerini giyer.
*       Orta oyununda dekor az da olsa vardır. Özellikle dükkân ve yenidünya denilen paravanlar birçok amaçla oyunda kullanılır.
Orta Oyununun Bölümleri
Orta oyunu Karagöz’e benzer olarak dört ayrı bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler ve özellikleri şu şekildedir:
Öndeyiş (giriş): Bu bölümde Pişekâr sahneye müzik eşliğinde çıkar ve oynanacak oyunu takdim eder. Sunuştan sonra bir kenara çekilir ve Kavuklu’nun sahneye çıkmasını bekler.
Söyleşme (muhavere): Kavuklu sahneye çıkar ve Pişekâr ile bir muhabbete başlarlar. Aslında bu konuş­ma, asıl oyuna bir hazırlıktır.
Fasıl: Bu bölümde oyunun asıl oyunu oynanır. Diğer karakterler de bu bölümde oyuna dâhil olur. Pişekâr ile Kavuklu arasındaki atışmalara, diğer oyuncular da dâhil olur.
Bitiş: Bu bölümde ana tipler olan Pişekâr ile Kavuklu konuşmalarını bir neticeye ulaştırır. Oynanan oyundan seyircilerin ders çıkarması amaçlanır. Her iki oyuncunun klasik olan sözleriyle oyun sonlandırılır.
Okuduğunuz metin, geleneksel Türk tiyatrosunun bir örneği olan orta oyunundan alınmıştır. Oyun, Pişekar’ın sahneye gelerek seyirciyi selamlamasıyla başlar. Oyunda Kavuklu’nun çektiği sıkıntılar, başından geçen trajikomik olaylar anlatılır.

1 yorum: