8 Kasım 2020 Pazar

ÖMER SEYFETTİNDEN HİKAYELER.









KAŞAĞI





AHIRIN avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem,İstanbul'a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan'la artık Dadaruh'un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh'la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı... tık... tıkı... tık... tıpkı bir saat gibi... yerimde duramaz,

- Ben de yapacağım! diye tuttururdum. vakit Dadaruh, beni Tosun'un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,

- Hadi yap! derdi.

Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.

- Kuyruğunu sallıyor mu?

- Sallıyor.

- Hani bakayım?..

Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.

Her sabah ahıra gelir gelmez,

- Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.

- Yapamazsın.

- Niçin?

- Daha küçüksün de ondan...

- Yapacağım.

- Büyü de öyle.

- Ne zaman?

- Boyun at kadar olduğunda....

At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun'un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, "Höyt.." diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan'la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh'un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul'dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun'un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.

- Sanırım acıtıyor? dedim.

Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul'dan gelen, üstelik Dadaruh'un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım. Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin'le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh'a haykırdı:

- Gel buraya!

Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,

- Bilmiyorum, dedi.

Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,

- Hasan dedim.

- Hasan mı?

- Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.

- Niye Dadaruh'a haber vermedin?

- Uyuyordu.

- Çağır şunu bakayım.

Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan'ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan'a dedi ki:

- Eğer yalan söylersen seni döverim!

- Söylemem.

- Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?

Hasan, Dadaruh'un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,

- Ben kırmadım, dedi.

- Yalan söyleme, diyorum.

- Ben kırmadım.

- Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü "Utanmaz yalancı" diye yüzüne bir tokat indirdi.

- Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin'le otursun! diye haykırdı.

Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, "O yalancı" derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. "Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?" derdi.

Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul'a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan'a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. "Kuşpalazı" dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.

Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.

- Niye ağlıyorsun? diye sordum.

- Kardeşin hasta.

- İyi olacak.

- İyi olmayacak.

- Ya ne olacak?

- Kardeşin ölecek! dedi.

- Ölecek mi?

Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin'in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan'ın hayali gözümün önüne geliyor "İftiracı! İftiracı!" diye karşımda ağlıyordu. Pervin'i yandırdım.

- Ben Hasan'ın yanına gideceğim, dedim.

- Niçin?

- Babama bir şey söyleyeceğim.

- Ne söyleyeceksin?

- Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.

- Hangi kaşağıyı?

- Geçen yılki. Hani babamın Hasan'a darıldığı...

Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin'e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı.

- Yarın söylersin, dedi.

- Hayır,. şimdi gideceğim.

- Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.

- Pekala!

- Haydi şimdi uyu!

Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin'i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh'u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı



















HÜRRİYET BAYRAKLARI




O akşam Demirhisar'dan Cumayıbala'ya (Bugün Bulgaristan sınırlar içinde kalmış eski Türk kasabaları ) geç ve yorgun gelmiştim . Gündüz hava pek sıcaktı. Baş ağrısı bana eski ve pis otelin aç tahtakurularını bile duyurmadı. Fakat sabahleyin zurna ve davul seslerine karışan naralar, türküler beni uyandırdı. Gözlerimi açtım. Tozlu ve soluk kırmızı perdelerden yakıcı bir güneş taşıyor, bütün adayı dolduruyordu. Gerinirken yalancı inkılabımızın, bu kansız ve hakikatte ancak manasız alkış tufanlarından ibaret olan zavallı düzme Türk inkılabının (10 Temmuz 1908 de ilan edilen II.Meşrutiyet'ten söz ediliyor ) ikinci senesi olduğunu hatırladım. Evet, bugün milli bir bayramdı! "Lakin, acaba hangi milletin bayramı?"diye düşünerek kalktım.Pencereye yaklaştım.Dışarıda karmakarışık bir kalabalık dalgalanarak ,kaynaşarak akıp gidiyordu . Karşıki çürük tahta peykeli Ulah ve Bulgar dükkanları açıktı. Sahipleri bu diyara yeni gelmiş hakim yabancılar gibi önlerinden geçen sırma cepkenli Türk delikanlılarına gülümseyerek bakıyorlardı . Bu "On Temmuz" alayı, bu nümayiş hakikaten seyre layıktı . Yüzümü yıkamayı sonraya bırakarak sandalyeyi çektim. Camı açtım ve oturdum. Biraz ileride Yahudi'nin Kızlı Kahve'sindeki gramofon bu hareket ve nümayişlerden haberi varmış da o da gürültülere karışmak istiyormuş gibi bütün kuvvetiyle , eskiden ziyade bir gürültü çıkararak haykırıyor, uzaktan, el şıkırtılarıyla ve "Yaşasın! " feryatlarıyla uğuldayan bir mızıka sesi yaklaşıyordu. Cumayıbala piyade alayından bir mü freze tebrik için hükümete gidiyordu . Binbaşı -kır saçlı, esmer ve saf çehreli bir adam- beyaz atının üzerinde şaşırmış bir gelin gibi sallanarak ve önüne bakarak gidiyor, arkasından dörder dörder gelen ezeli acemiler, amirleri gibi önlerine bakarak ve mızıkanın çaldığı :



''Ordumuz etti yemin,

Titredi hak ü zemin'' parçasını tekrarlayarak geçiyorlardı. Ondan sonra sırmalı Türk esvapları giymiş genç ve fazla sarı bir bey bir sürü genç arkadaşlarıyla büyük bir muzafferiyetten dönüyormuş gibi kabararak askeri takip etti. Onların arkasından da Çingenelerden ve sefillerden mürekkep diğer bir sürü . . . Sonra büyük ve kırmızı bir bayrak göründü . Üzerinde üstünlü esreli birtakım yazılar vardı ki okuyamıyordum. Bayrağın etrafında birçok sarıklı kafalar, büyük ve garip dev papatyaları gibi dalgalanıyor, arkadan haki esvaplı, ikişer olmuş rüştiye çocukları bağrışarak kaynaşıyorlardı . Tutturdukları:

''Arş ileri, arş ileri!

Alalım düşmandan eski yerleri'' nakaratını o kadar can u gönülden haykırıyorlardı ki önümden geçtikçe hepsinin zayıf boyunlarında ince damarcıklarının şiştiğini , feslerinin altından kırmızı terler aktığını görüyordum .

Bu nümayiş akıntısı belki yarım saatten ziyade sürdü .

Afyonu fazla kaçırmış bir derviş gibi dalmış gitmiştim. Vatanımın , Türkiye'nin, bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünüyor, yeise pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetimin büzüldüğünü, işlemez bir hale geldiğini duyuyordum. Odanın kapısı açıldı . Rum otelci atlarımın hazır olduğunu söyledi.

Razlık'a gidecektim. Demek bu geceki milli şenliği orada görecektim . . . Hemen giyindim . Giyinirken otelcinin getirdiği sütlü kahveyi bir yudumda içtim. Ve tekrar deminki garip ve mahzun dalgama düştüm!



* * *

Bir saat sonra Papazbayırı'na çıkan dik yokuşu tırmanıyordum . Atımdan inmiştim. Hava çok güzeldi. Gökte ufak bir duman bile yoktu. Sırtlarda beyaz hudut kuleleri parlıyor, hafif bir rüzgar estikçe sanki güneşin sıcağını arttırıyordu . Bir sel yarıntısının içinde yürüyordum. irili ufaklı taşlar ayaklarımı acıtıyor, atların yürümesine mani oluyordu. Buralarda hiç yol yoktu. Hatta bir keçi yolu bile . . . Etrafıma bakıyordum; gördüğüm yerler küçükken coğrafya kitaplarında o kadar ehemmiyetle okuyarak tahayyül ettiğimiz o yuvarlak portakala benzeyen dünyayı hiç andırmıyordu . Sanki üzerinde insan ve hayvan yaşamayan bir kürenin, mesela ölmüş ve donmuş denilen Ayın bir köşesinde idim. Taşlar, taşlar, taşlar ... Sarı ve akim topraklar, cılız ve sıska ağaçlar, çalılar, çalılıklar, gene çalılıklar. Yalnız telgraf direkleri bu iklimlerden vaktiyle yanılıp da bir kerecik geçmiş zannolunan medeniyet heyulasının belirsiz izlerinde dikilmiş büyük ve öksüz taaccüp işaretleri gibi yükseliyor, onun kaçtığı ormanlı ufuklara doğru birbiri arkasına sıralanıp gidiyordu .

Ve yolcular hep bu güneş, soğuk, rüzgar, tipi ve kar altında kapkara olmuş ölü direklerin dibinden gidiyorlardı . İyice terledikten ve nefesim kesildikten sonra tepeye çıktım . Dinlenmek için duracaktım . Biraz ileride bir atlı gördüm. Esvabından (giysi), kılıcının parıltısından bir zabit (subay) olduğunu anladım. O da yere inmiş, dinleniyor ve tabakasından sigara sarıyordu . Yanına gittim. Türklerde "takdim ve takaddüm"e hacet yoktur. Bu teklifsizliğimizi çok sever ve çok samimi bulurum. Yaklaştım. Selam verdim . Nereye gittiğini sordum. Gülümseyerek cevap verdi :

"Razlık'a efendim, siz?"

"Ben de."

"O halde beraber gideriz."

Bu esmerce , orta boylu, güzel bir mülazımdı. Geniş ve dolgun omuzlarının üstündeki büyük ve dik başı, iri ve siyah gözlerinin mahmurluğu sirklerde kırbaçla ahlakı bozulmuş esir kaplanların acıklı sükununu (sessizliğini) hatırlatıyordu. Konuşmaya başladık. Bütün Türk zabitleri gibi kendi malumat ve mantığına, kendi itminanlarına pek büyük bir ehemmiyet (önem) veriyor, münakaşa için fırsat arıyordu. Orada bir taşın üzerine oturduk. Sigaralarımızı yaktık. Öteden, beri den . . . Bahsi politikadan açtık. Ben:

"On Temmuz"un buralarda bile takdir olunduğunu söyledim.

Mülazım, hayretime canı sıkılmış gibi:

"Ah ne diyorsunuz? On Temmuz'u takdir etmek . . . " dedi, "bu da laf mı? Bu bizim en büyük, en şanlı, en ali bir günümüz, en mukaddes milli bayramımızdır. Keşke üç gün olsaydı. .. Çünkü bir gün bir gece, pek az . . ."

"Demek On Temmuz'a bu kadar ehemmiyet veriyorsunuz?" diye gülümsedim, iddialarının aksini söyleyerek asabi münakaşacıları kızdırmak hoşuma gittiğinden ilave ettim:

"Hem bu nasıl milli bayram? Hangi milletin bayramı?"

"Osmanlı milletinin . . . "

"Osmanlı milleti demekle Türkleri mi kastediyorsunuz?"

"Hayır, asla . . . Bütün Osmanlıları . . . "

Genç mülazımın koyu siyah gözlerinde sanki bir taassup ateşi parladı. Dinine küfredilmiş bir evvel zaman Müslümanı gibi bakıyordu. Birden başlamayarak akıllıca sorularla onun hissi mantığını şaşırtmağa karar verdim: "Bütün Osmanlılar kimlerdir?"

Tuhaf sual! Araplar, Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yahudiler, Ermeniler, Türkler . . . Hasılı hepsi. . . "

"Bunlar demek hep bir millet?"

"Şüphesiz . . . "

Tekrar güldüm:

"Fakat ben şüpheleniyorum."

"Niçin?"

"Söyleyiniz Ermeniler bir millet değil midir?"

Biraz durdu. Tereddütle cevap verdi.

"Evet bir millettir."

"Arnavutlar da bir millet?"

"Arnavutlar da."

"Eey, Bulgarlar?"

"Bulgarlar da . . . "

"Sırplar? "

"Tabii Sırplar da." Gülerek ve başımı sallayarak:

"O halde sizin riyazi (matematik ) ve müspet hakikatlere (fen bilimlerine) itikadınız (inancınız) yok " dedim. Ne demek istediğimi anlamadı . Yüzüme baktı. Ben devam ettim.

"Hendeseden (geometri ), cebirden, müsellesattan(trinogometri) vazgeçelim. Hatta hesap (klasik matematik) bilmiyorsunuz. Hesabın 'cem' (toplama) kaidesini bilmiyorsunuz. Yahut biliyorsunuz da, bunların doğru ve esaslı şeyler olduğuna inanmıyorsunuz."

Mülazımın bakışı bütün bütüne değişti. Kendisiyle eğleniyorum sandı . Hiddetlenmesine meydan vermeden ben yine devam ettim .

"Yanlış anlamayınız . Yalnız bana cevap veriniz. Hesaptaki 'cem' kaidesini hatırlayabiliyor musunuz?"

" ! ! ! "

"Ben size söyleyeyim. Tabii inkar edemeyeceksiniz. Bir cinsten olan şeyler cem olunabilir. Mesela on kestane, sekiz kestane, dokuz kestane! Hepsi yirmi yedi kestane eder, değil mi? "

"Evet.' .' '."

"Bir cinsten olmayan şeyler cem edilemez. Mesela on kestane, sekiz armut , dokuz elma . . . Nasıl cem edeceksiniz. Bu mümkün değildir. Ve bu imkansızlık nasıl riyazi ve bozulmaz bir kaide ise biri birinden tarihleri , ananeleri , meyilleri , müesseseleri , lisanları ve mefkureleri ayrı milletleri cem edip hepsinden bir millet yapmak da o kadar

imkansızdır. Bu milletleri cem edip "Osmanlı" derseniz, yanılmış olursunuz."

Mülazım sigarasını unutmuştu. Yüzüme şaşalamış gibi bakıyor, onun şüphesiz ilk defa işittiği bu kadar basit ve adi bir hakikatten şaşalamasını sersemliğe çevirmek için ben izahımda , daha mufassal (ayrıntılı) ve hararetli, devam ediyordum. Birçok misaller getiriyor, "Osmanlılık " kelimesinin düveli bir tabirden (devlet ile ilgili) başka bir şey olmadığını, Rumların, Bulgarların, Sırpların , bütün o eski esirlerimiz olan bugünkü uyanık milletlerin Türklerden intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle , Balkan hükümetleriyle birleşmekten daha tabii, daha makul , daha mantıki daha haklı mefkureleri olmayacağını anlattım .

Lakin mülazımın anlamadığını gözlerinden, birden coşmasından pek iyi anlıyordum. Sigaralarımız bitmişti. Nihayet:

"Sizinle münakaşa edemem" dedi, "çünkü fikirlerimiz taban tabana zıt . . .

Ve ayağa kalktı . Ben de kalktım. Atlarımızı yedeğe alarak keskin ve kayalı bir sırtın kenarından yürümeğe başladık . Yan gözle çaktırmadan yüzüne bakıyordum. Pek mustaripti , hep yere bakıyordu . Bir şey söylemek ister gibi bazı duruyor, sonra vazgeçmiş gibi gene hızla yürümeye devam ediyordu. Gene ben sükutu (sessizliği) bozdum:

"Vakıa (olabilir ki ) fikirlerimiz zıt, fakat azizim inkar edemezsiniz, benimkiler doğru değil mi?"

"Hayır, asla doğru değil" dedi. Tırmandığımız tepeden artık aşağıları görünüyor, Karaali Hanları'nın üstündeki beyaz jandarma karakolu, Simith'ye doğru akan çakıllı dere parlıyor, uzakta seyrek ve sık ormanların nispetsiz ve boş alanlarında yanmış tahta yığınları halinde küçük köyler görünüyordu. Ayağa kalkar kalkmaz gene sızmağa başlayan terlerimi ıslak mendilimle silerek gene ısrar ettim.

"Lakin, niçin azizim, niçin doğru değil? . . "Mülazımın canı sıkılmıştı .

"Affedersiniz ama . . . " diye başladı . Ve coştu:

Eğer benim iddialarım doğru olsaydı o kadar büyük adamlar bunu kabul etmezler miydi? Eski ve yeni bütün hükümetçi memurlara "büyük adamlar" diyordu . Hususuyla "Osmanlılık" fikri söylediğim kadar boş, suni ve hülya olsaydı muvafık ve muhalif bütün siyasi fırkalar programlarına bunu esas yaparlar mıydı? Artık Türkiye'de hiç adam yok muydu? Herkes yanılıyor muydu? Söyledikçe müdafaasında ve mantığında kendini haklı sanıyor, haklı sandıkça daha ziyade coşuyor ve biraz eğlenir gibi, "Demek koca Türkiye'de herkes cahil de yalnız siz alimsiniz. Herkes yanılıyor da, aldanıyor da hakikati yalnız siz anlıyorsunuz, tebrik ederim, tebrik ederim öyleyse . . . " diyordu .

Yol birdenbire döndü . Derin bir sel yarıntısını geçmek lazım geldi. Durduk. Doğru yürüsek atların ayakları sakatlanacaktı . Belki düşeceklerdi . Etrafımıza bakmıyorduk . Mülazım sevinerek ve gülerek:

"Ah bakınız, azizim . . bakınız, işte Osmanlılığın şahidi! " diye haykırdı. Parmağıyla bin metre kadar ilerde, uçurumlu bir yarın kenarındaki küçük bir Bulgar köyünü gösteriyordu . Siyah ve sürülmüş birkaç tarlacığın içinde süprüntü halinde duran bu viranecikte birkaç da ağaç vardı . Dikkatsiz nazarlarla bakıyordum. Mülazım ellerini çırpar gibi ovuşturarak:

"Ah görmüyor musunuz" dedi, "görmüyor musunuz? Şu köycükte sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayraklarını görmüyor musunuz? Bugünü , Osmanlıların birbirleriyle en samimi ve hakiki kardeşi olduklarını dünyaya anlattıkları bu büyük ve mukaddes günü , On Temmuz'u alkışlayan bu kırmızı bayrakları görmüyor musunuz? " dedi

Dikkat ediyor, dikkatli dikkatli bakıyordum. Köyün orta yerindeki bir binada kırmızı bayraklar asılmış duruyordu!

Gözlerime inanamıyordum. :

"Acaba bunlar hürriyet bayrakları mı?" dedim. Mülazım taştı . Taşmadı, adeta fışkırdı.

"Körsünüz azizim, bakar körsünüz. Nafile zahmet edip bakmayınız . Hakikatleri görmek istidadı sizde yok. Hala şüphe mi ediyorsunuz? Evet bunlar hürriyet bayraklarıdır. Şu dağ başında kaybolmuş Osmanlı-Bulgar köycüğü On Temmuz'u takdis (kutluyor) ediyor. inanmıyor musunuz? Onlar Osmanlı değil midir? Yarın Osmanlı vatanına düşmanlar hücum ettiği vakit sizden evvel onlar koşacaklar, Osmanlılık namına kanlar dökecekler, Osmanlılığı kanlarıyla kurtaracaklar. .. "

Kendimi tutamadım :

"Bu Bulgarlar ha? . . "

"Evet bu Bulgarlar! Bunlar en sadık Osmanlılardır. Komitacılarla (Osmanlıdan ayrılmak için çete kurup terör yapan Bulgar grupları ) hiç münasebetleri yoktur. Komitacılardan nefret ederler. On Temmuz'u en mukaddes bir gün bilirler. Fakat siz mutaassıpsınız (tutucu-bağnaz). inanmazsınız. Hala akılsız ve cahil babalarımız gibi, " domuz derisinden post, gavurdan dost olmaz . . . " der, medeniyetin , büyük yirminci asrın doğurduğu insaniyet , uhuvvet (kardeşlik) , müsavat (eşitlik) fikirleriyle eğlenirsiniz. Bütün Osmanlıların kardeş olmalarını kabul edemezsiniz . İşte bakınız. Ufacık bir köy bu günü kırmızı bayrakla da tebcil ediyor. Kim bilir, akşam bu büyük günün şerefine nasıl eğlenecekler, nasıl içecekler ve 'Yaşasın Osmanlılık, kahrolsun nifak!' diye bağıracaklar . . . "



Ben susuyor ve dinliyordum. Mülazım coşuyor, Tanzimat tılsımının (1839 Tanzimat Fermanı kast ediliyor) hülyalarıyla, seraplarıyla dalgalanan Osmanlılık rüyasını, onun tatlı hezeyanlarını tasvir ediyor, artık büyük Osmanlı milletine kimsenin galip gelemeyeceğini söylüyordu

. Hala yarın başında, uzakta kırmızı bayrakları görünen Bulgar köyünün karşısında duruyorduk. Birden elimden tuttu:

"İster misiniz, oraya kadar gidelim" dedi, "doğruluğuna inanamadığınız Osmanlılığın nasıl kavi (sağlam) ve halis (katışıksız hale gelmiş, ayrılığı kalmamış) olduğunu kendi gözlerinizle göreceksiniz . Üşenmeyiniz. Gidelim, bu muhterem Osmanlıları , bu sadık köylü Osmanlıları tebrik edelim. Bu büyük gün için öpüşelim . . . "

Daha ziyade rica ediyordu. Vakıa köy ancak bin metre kadar vardı. Lakin aradaki dere pek sarptı . Oraya varmak için en aşağı bir saat lazımdı. Yolumuzdan bir buçuk saat kadar kaybedecektik,istemiyordum. Razlık'a geç kalacağımızı söyledim. Mülazım rica ve ısrar ediyor, mutlaka bu zavallıların samimiyet ve sadakatlerini bana göstermek istiyordu. Ben vazgeçmesini, kendi fikirlerini kabul ettiğimi, kendisiyle bir fikirde olduğumu, deminki sözlerimin şakadan başka bir şey olmadığını söyledikçe o ısrar etti. Nihayet dayanamadım:

"Haydi gidelim" dedim. O önden , ben arkadan derin bir uçuruma yuvarlanır gibi indik. Dere kupkuru idi. Etraftaki taşları, kumlu toprak yığınlarını güneş kızdırmış , adeta bir fırına çevirmişti . Atlarımız bu münasebetsiz seyahatten şaşalamış gibi bazı duruyorlar, gelmemek istiyorlardı. Derenin dibinde köye çıkan yolu bulduk. indiğimiz kadar çıkacaktık. Nefeslerimiz duruyor, her yirmi adımda bir dinleniyor, tekrar taşları ve çalı köklerini tutarak tırmanıyorduk. Ayaklarımızın altından toprak parçaları yuvarlanıyor, kertenkeleler kaçışıyor, fundaların arasına saklanıyorlardı. İnce yol gayet dikleşti. Ve artık tepeyi tutuyorduk. Bir gayret , bir gayret daha . . . Hafif bir düzlüğe çıktık. Burası köyün önü idi . Yeni açılmış tarlaların kenarlarında büyük gübre yığınları duruyordu . Kırmızı hürriyet bayrakları takan eve ancak yirmi otuz adım vardı. Durduk. Bizi birden gören zayıf, sarı tüylü ve iri bir köpek havlamağa ve üzerimize atılmağa başladı . Gübreleri burunlarıyla karıştıran irili ufaklı domuzlar, minimini gözleriyle "Bunlar kim?" gibi merak ye tecessüsle bakıyorlardı. Fakat biraz ilerde , tarlanın nihayetinde bel ile çalışan Bulgar, köpeğin havlamasını işitmemiş gibi hiç bize bakmıyor, kim olduğumuzu bile merak etmiyordu .



On Temmuz bayramını tebcil (kutlama, yüceltme) için asılan bayraklara baktım . Bunlar hava aldırmak için güneşe asılmış kırmızıbiber dizileri idi . . . Alçak kapıdan gözüken kolları sıvalı, pis, sarı esmer bir kadın hain ve mavi gözleriyle kızdırılmış vahşi bir hayvan gibi bizi süzüyor, etrafımızda havlayan, sıçrayan, deliren köpeği mahsustan çağırmıyordu . Şimdi hürriyet bayrakları sandığı şeylerin ne olduğunu gören mülazım dudaklarını ısırıyor, sapsarı kesiliyordu . Şaşkın bir sesle tarladaki Bulgar'a "Kolay gelsin gospodin! " dedi.

Bulgar hala işini bırakmıyor, başını çevirip bize bakmıyordu . Gene yüzünü çevirmeden sert ve bir küfür kadar çirkin bir şive ile "Neznam Türkçe bre (Türkçe bilmiyorum )" diye haykırdı . Ben ve mülazım, donmuş kalmıştık. Öyle duruyorduk. Sanki vurulmuştuk. Tablo değişmiyordu . Kadın aynı hain gözlerle bize bakıyor, etrafımızda çırpındıkça daha ziyade kuduran köpek havlamasında devam ediyor, domuzlar gayet adi ve ehemmiyetsiz mahluklar olduğumuzu anlamışlar gibi sahiplerini taklit ederek bize bakmaktan vazgeçiyorlar, gübrelerde ezeli gıdalarını araştırmağa başlıyorlardı. Tarlada çalışan Osmanlı-Bulgar vatandaş bir kere olsun dönüp bakmıyor, çapasıyla uğraşıyordu . Mülazımı kolundan çektim:

" Haydi artık gidelim" dedim. Cevap vermedi. Beni takip etti. Dumanlaşan gözleri yerde idi. Artık ne onda ve ne de bende münakaşa edecek kuvvet ve neşe yoktu . Hali bir cehennemin tenha uçurumlarında kalmış günahsız hayvanlar gibi, gayri müdrik ve dalgın, tekrar uçuruma girdik. Tırmandığımız yollardan kaymağa başladık. Tepeye , Karaali Hanları'na giden keçi yoluna çıkınca arkama döndüm. Ta derenin öbür tarafında kalan köye baktım. Hakikaten, zehir kadar acı olan bu kırmızıbiber dizileri uzaktan pek cazibeli ve al hürriyet bayrakları gibi parlıyor, insana ne olursa olsun bir şeyi alkışlamak , "Yaşasın ! Yaşasın ! " diye haykırmak arzuları veriyordu.

Türk Yurdu, C. 5, Sayı : 7 [25 Aralık 1913]















PEMBE İNCİLİ KAFTAN

Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi.Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu.




Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına

bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok





karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.

- Yürekli bir adam gerekli, paşalar... dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz

o da karşılıkta bulunmaya kalkacak.

- Kuşkusuz.

- Hiç kuşkusuz.

- Mutlaka.

Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü

daha açık söyledi:



- O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin...



- Evet

- Hay hay.

- Çok doğru... Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:

- Haydi öyleyse... Yürekli bir adam bulun!.. dedi... Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözüpek bir adam gelmiyor. Siz düşünün bakalım...

- ...

- ...

Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan düşünmeye başladı. Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin "Yavuz!" namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safavi'ye gönderilecekti. Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid'in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri sanırlardı... Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geçiriliyordu. Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası -tahta geçer geçmez, babasının heykelini, "Gölgesi yere düşüyor" diye kırdırıp savaşa girmeye kalkan- halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu...Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd'in öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine sığınanları bile, çağırdığı şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, yendiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş bir kıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı. Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle'den nikahla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç için padişahın toprağından geçti. Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle'nin oğlu ile iki torunu eline tutsak düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şey Doğu'da yeni duyuluyordu. Savaş istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı... Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt'a, Erzincan'a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim'i tutsak etmişti. İsmail'in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle'ye karşı olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı'yla bir tutan, hatta bütün Doğu'da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç bir işkenceyle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:



- Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memurluğunu kabul etmez.

- Kim?

- Muhsin Çelebi.

Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:

- Burada mı oturuyor?

- Evet.

- Ne iş yapıyor?

- Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.

- Niye?

- Bilmem ama, belki "düşüşü var" diye.

- Tuhaf...

- Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.

- Bize elçi olmaz mı?

- Bilmem.

- Bir kere kendisini görsek...

- Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?

- Nasıl gelmez?

- Gelmez işte... Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.

- Devletini sevmez mi?

- Sever sanırım.

- O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.

- Deneyiniz efendim....

Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Çelebinin Üsküdar'daki evine gönderdi. Devlet, ulus hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı. Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.

- Getirin buraya.... dedi.

İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü

ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu:

- Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?

- Şey...

- Buyurunuz efendim.

- Buyur oğlum, şöyle otur da...

Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden, "Ne biçim adam? Acaba deli mi?" diyordu. Ama hayır... Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, "Tanrı'dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tı... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, "Beni okutur!" derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu.

Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan... Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurda serbest, içinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:

- Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?

- Ben mi?

- Evet

- Ne ilgisi var?

- Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da...

- Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim.

- Niçin girmedin?

Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.

- Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, Korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlaksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir

adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam?

Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Öfkelenmiyordu. Ama öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememişti. Yine "Acaba deli mi?" diye düşündü. Deli değilse... bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden: "Şunun başını vurdursam..." dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: "İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!" Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Yine Muhsin Çelebi'ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı... al yanakları... yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu... biraz büyücek, eğri burnu... ince sarığı... tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı. "Tam bizim aradığımız adam işte..." dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçe salladı:

- Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz. Muhsin Çelebi sordu:

- Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?

- Sen Şah İsmail denen kötü ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?

- Biliyorum.

- Devletini seviyor musun?

- Seviyorum.

Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:

- Pekala öyleyse... dedi, bu kötü ruhlu adam "elçiye zeval yok" kuralını kabul etmez. Bizimle boy ölçüşme davasındadır. Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyle idam eder. Çünkü Tanrı'dan korkusu yoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın... Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin... Devletini seversen, sen bu

fedakârlığı kabul edeceksin! Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:

- Ettim efendim, ama bir koşulum var... dedi.

- Ne gibi.

- Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücrette yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kişisel bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem... Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!

- Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmişti. Atları, hizmetkârları kusursuzdu. Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösterişli, daha ağır olmalı... Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz. .

Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:

- Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Hatta...

Sadrazam gözlerini açtı.

- ... Hatta sırtıma Şah İsmail'in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.

- Ne giyeceksin?

- Sırmakeş Toroğlu'ndaki, kumaşı Hint'ten, harcı Venedik'ten gelme, "Pembe İncili Kaftan"ı alacağım.

- Ne... O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ününü İstanbul'da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha armağan etmek için Toroğlu'na başvurdukça, o fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı:

- Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim: Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım,

iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım. Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım.

Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:

- Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir gösteriş aracıdır. Mallarını elinden

çıkaracaksın. Yoksul düşeceksin.

- Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun... Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir!

Muhsin Çelebi'yle konuştukça sadrazamın şaşkınlığı artıyordu. Yüreği rahatladı. Îşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi'yi yemeğe alıkoymak

istedi. Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı.

... Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını düzdü. Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı. Dönüşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu'ndan ünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu'dan geçerek Şah İsmail'in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi'ne büyük bir gösterişle girdi. Bu küçük başkentin, süse, zenginliğe, renge, süs eşyasına tutkun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. $ah İsmail, "Pembe İnci"yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı. Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı.

Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı.



Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş , garip bir yırtıcı kuş

sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, "Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba..." dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları

aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle:

- Mektubunu verdiğim büyük padişahım. Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur... Çünkü...

Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu... Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah

İsmail taş kesilmişti. Çaldıran'da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk'ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:

- Şunun kaftanını veriniz! dedi.

Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:

- Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.

Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:

- Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok... Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz? dedi.

Geçtiği yollardan gece gündüz dört nala döndü. Üsküdar'a girdiği zaman, Muhsin Çelebi'nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hizmetkârlarına dedi ki:

- Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?

- Ediyoruz... Ediyoruz...

- Anamızın ak sütü gibi.

Karşılığını alınca onları başından savdı. Derin bir soluk aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Mektubu şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın iznini bile almaksızın habersizce kalkıp İstanbul'a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun görevini hakkıyla yerine getireceğine son derece güveniyordu. Yollar, derebeyleri; aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:

- Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı? dedi.

- Hayır, getirmedim.

- Acemistan'da mı sattın?

- Hayır, satmadım.

- Çaldırdın mı?

- Hayır.

- Ya ne yaptın?



Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla övünecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar'a döndü. Ertesi gün yedi bin altını geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu'na da, kaftanı ne yaptığını söylemedi.



Meraklı İstanbul'da hiç kimse, ünlü "Pembe İncili Kaftan"ın "Nasıl, nerede, niçin" bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz Sarayı'ndaki serüven, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Ama eski zengin Muhsin Çelebi; bu kaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk'ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı'nda sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak, boşu boşuna övündü.











DİYET




Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan

tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham



demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu'da, tüm Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde "Ali Usta'nın işi" damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, "Çifte su vermek" sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuşmaz,

dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaş zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısınıkilitler, kaybolur, savaştan sonra ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi.

Kimi "cellat elinden kaçmış bir çelebi", kimi "sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş garip" derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, soylu davranışlarından, gururlu suskunluğundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi... Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.

- Bizim Ali...

- Bizim koca usta...

- Dünyada eşi yoktur...

- Zülfikâr'ın sırrı ondadır!.. derlerdi.

Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali'nin yaratılışında "başkasına gönül borcu olmak" gibi bir sızlanmaya yer yoktu. "Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Başıboş bir adsız gibi dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı, içinde "kutsal ateş"ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu.

"Çeliğe çifte su vermek" onun aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.

- Tak!

- Tak, tak!...

- Tak, tak!

İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü...

Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksular getirdi. Minaresi sokağa bakan küçük bir

pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.

Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.

Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı. Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. "Mesnevi dinler, açılırım!" dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma yeteneği vardı. En küçük bir nedenle coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiği tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki gibi

kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:

- Kimdir o?... diye bağırdı.

Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:

- Yabancı yok!

- Kimsin?

- Ali...

Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:

- Koca Ali... Koca Ali, be!

- Sen misin, Ali Usta?

- Benim!

- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?

- Hiç...

- Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!...

Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:

- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.

- Yok.

- Böyle gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?

- Biliyorum.

- Ee, ne arıyorsun buralarda?

- Hiç...

- Nasıl hiç...

Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:

- Haydi yerine git, dolaşma... dediler.

Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu.Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:

- Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!... dedi.

İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin... İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı.

Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:

- Kim o? diye haykırdı.

- Aç çabuk.

Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. "Ne var?" der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:

- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:

- Niçin?...

- Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.

- Ee, bana ne?...

- Onun için işte dükkânı arayacağız.

- O hırsızlıktan bana ne?

- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.

- Bana ne?...

- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk... Sonra... Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!

Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:

- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi. Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:

- Arayın... diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:

- Ay! İşte, işte...

Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü.Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:

- Çaldığın paraları nereye sakladın?

- Ben para çalmadım.

- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.

- Ya kim koydu?

- Bilmiyorum.

Koca Ali öyle uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulduğu bütün kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki güçlü hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı. Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.

Sol kolunun kesilmesine karar verildi.

Koca Ali bu kararı duyunca, ömründe ilk kez sarardı. Dudaklarını ısırdı. Karara boyun eğmekten başka yolu yoktu... Sendeleyerek ayağa kalktı. Yargıca dik bir sesle:

- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.

Bu, ömründe onun ilk dileğiydi. Ama yaşlı yargıç hak yemez biriydi.

- Hayır oğlum, dedi. Sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin, o zaman kafan giderdi. Ceza suça göredir. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kesilecek Hak böyle istiyor. Yasaların kestiği yer acımaz...

Koca Ali'nin kolu kafasından çok değerliydi. Çeliğe "çifte su"yu bu iki koluyla veriyor, bu iki eliyle sınırlarda dövüşen binlerce gaziye çelik kalkanları kıran, ağır zırhları yırtan, demir tolgaları ikiye biçen tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, yok pahasına, pir aşkına çalışıyordu. Onu, Ağa kapısında bekçilerin odası altına kapattılar. Cezanın uygulanacağı günü burada bekliyor, hiç sesini çıkarmıyor, çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek, tanrısı ölen inançlı bir kişinin yasını duyuyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu... Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.

Bütün kent halkı, Koca Ali gibi büyük bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar yakışıklı, mert, çalışkan, güçlü, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz gönüller bile dayanamıyordu.

İşte herkes onu seviyordu. Sipahiler onlara çok ucuza kılıç döven bu adamı kurtarmaya sözleştiler. Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet'e başvurdular; bu adam Karun kadar mal sahibi olduğu halde son derece cimriydi. Hâlâ kentin pazar yerinde küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı; nazlandı. Suratını ekşitti. Başını salladı: Ama sipahilerle iyi geçinmek gerekiyordu.

- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir koşulum var.

- Ne gibi? diye sordular.

- Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa...

- Pekâlâ, pekâlâ...

Sipahiler, Ağa kapısına koştular. Hacı Kasap'ın önerisini Koca Ali'ye söylediler. O, önce "kasaplık bilmediğini" ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler:

- Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar savaş gördün. Kılıç salladın. Bağlı koyunu yere yatırıp kesemez misin? diye üstelediler. "Kula kul olmak", ölümlü dünyada "birisine gönül borcu duymak" acıların en büyüğüydü.

O daha çok gençken, vezir amcasının kayırmasını bile çekememiş, gönül borcu altında kalmamak için aile ocağından kaçmış, gurbet ellerine atılmıştı. Şimdi kör talihi, onu bak kime köle edecekti?

Sipahiler:

- Hacı'nın yaşı yetmişi aşmış... Zaten daha ne kadar yaşar ki... O ölünce yine sen özgür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme usta, düşünme! diyorlardı.

Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali'yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Hiç durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali'yi eline geçirince hemen dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üstüne bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi... Sabah namazından beş saat önce kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor... ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Bazen kendi artıklarını köpeğe verir gibi önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun

getirmek üzere mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona

taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona

temizletti.

Koca Ali sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya yıllarca göğüs gerebilecekti. Ama Hacı Kasap'ın ikide bir:

- Ulan Ali!... Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!... diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Durmadan çalıştı. Gece uyumadı. Gündüz koştu. Efendisinin karşısında elpençe divan durdu. Yine:

- Kolunun diyetini ben verdim.

- ...

- Şimdi çolak kalacaktın, ha...

- ...

- Benim sayemde kolun var.

- ...

Hacı Kasap bu sözleri âdeta "aferin" dercesine diline dolamıştı. Her buyruğunun yerine getirilmesinden sonra kır sakallı, çirkin, sıska yüzünü ekşiterek, mavi çukur gözleriyle onu tepeden tırnağa kadar süzer, "Aklında tut, benim tutsağımsın!" der gibi verdiği diyeti hatırlatırdı. Koca Ali susar, yüreğinin parçalandığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken, mandıraya gidip gelirken, salhanede koyunları yüzerken, müşterilere et keserken, "Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünüyor, hiçbir şeye karar veremiyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek azla yetinip, gururun mutluluğu için yaşamak isterken başına gelen bu bela neydi?

Kaçmayı namusuna yediremiyordu. İşte o zaman gerçekten hırsızlık etmiş olacaktı. Ama bu herifin ikide bir de yaptığını başa kakmasına dayanmak ölümden pek güç, ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı...

Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, salhanede yüzmüş, dükkândaki çengellere asmıştı. Tezgâhın solundaki büyük, yağlı siyah taşta satırları biliyor, yine "Ne yapacağım, ne: yapacağım?" diye düşünüyor, dudaklarını ısırıyordu. Daha efendisi gelmemişti. Satırları bitirince büyük bıçakları bilemeye başladı.

"Ne yapacağım, ne yapacağım?" diye düşünmeye öyle dalmıştı ki, kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:

- Ne yapıyorsun be?...

Döndü. Efendi köşesine oturmuş, çubuğunu tüttürüyordu:

- Bıçakları biliyorum, dedi.

- Hay tembel miskin hay!... Sabahtan beri ne yaptın?

Ses çıkarmadı. Kapakları çürümüş bu küçük, bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakışa kızdı. Sordu:

- Ne bakıyorsun?

- ...

Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş yıllık hizmetini durup dinlenmeden gördüğü halde onu yine "tembel, miskin" diye kötülemekten sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla süzüyordu. Yine yüreği parçalanır gibi oluyor, göğsüne sıcak bir şeyler yayılıyor, çeneleri kilitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl dayanmıştı? Şaşırdı. Hacı Kasap çubuğu yanına bıraktı. Hizmetçisinin bu ağır bakışından kurtuluvermiş gibi dırlandı:

- Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın...

Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu.Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki... O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap'ın önüne:

- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.

Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.





KAÇ YERİNDEN









— O ne? Yazdığın roman mı?
— Değil.
— Ya ne?
— Birkaç destan.
— Harbe dair mi?
— Eski kahramanların hayatına dair.
Pek çabuk bir şöhret kazanmış olan genç akrabam teklifsizce yanıma oturdu. Muharebenin başında, daha mektepten yeni çıkmış acemi bir doktordu. Ama, en uzak hudutlara giderek, hiç durmadan çalışarak... tifoya, koleraya, tifüse aşılar bularak bir sene içinde “fevkaladeden” terfi etmiş, binbaşı olmuştu.
— Nereye gidiyorsun? diye sordum.
— Haydarpaşa’ya.
— Fakülteye mi?
—Evet.
Güldüm:
— Ne o, yine bir keşif mi var?
— Hayır. Şöyle bir müşahede. Bir faraziye...
— Ne üzerine?
— Tetanosun tedavisine dair. Galiba bir ipucu buluyoruz. Bir hafta evvel gönderdiğim “mütalaa” için bugün beni çağırdılar. Tafsilat isteyecekler sanıyorum.

Lafını bitirmeden döndü. Elimde kapalı duran defteri aldı.
— Okuyalım şu destanları.
diye açtı.
— ….
— Bu nasıl yazı? Kargacık, burgacık...
— Ver, ben okuyayım, sen dinle.
— Haydi bakalım.
Defterimi aldım. En beğendiğim manzum bir menkıbeyi açtım. Yavaş yavaş okumaya başladım. Bu, yerde bulduğu kırık bir kalkanla zırhlı iki düşman süvarisine esirken hücum ederek kafalarını kesen ihtiyar bir sipahinin hikâyesiydi. Genç doktora bu kahramanın şecaatini iyice duyurabilmek için sesime bir ahenk vererek okuyor, mübarezenin heyecanını tasvir eden yerlerde duruyordum. Rüzgâr biraz fazla olduğu için güverte tenha idi. Karşımızdaki kanepede oturan sıska bir şapkalı hiç bizi dinlemiyor, ilk defa görüyormuş gibi dikkatli gözlerle boş limanın kalabalık kenarlarına bakıyordu. Üç sahifelik destanımı bitirince:
— Nasıl?
diye sordum.
—İyi...
— Ey, nasıl, şimdi böyle kahramanlar var mı?
Doktor güldü. Başını salladı:
— İşte, dedi, masa başında, kapalı oda içinde “hayatı tetkik ediyorum” sanan zavallı romancının hülyası!
— Ne demek?
— Senin bu kırık kalkanlı ihtiyar sipahin bugünkü hayata göre mümtaz bir kahraman mı?
— Elbet.
— Öyleyse ben sana söyleyeyim; son derece aldanıyorsun.
— Niçin?
— Bugünkü askerler, zabitler, kumandanlar değil,doktorlar, sıhhiye neferleri, hatta nakliyeciler, mekkâreciler bile senin sipahinden bin defa fazla kahramandırlar.
— Amma mübalağa ha....
— Hakikati söylüyorum.
İnsan ne tuhaftır! Fikrine, ümidine, arzusuna muhâlif bir şeye rast gelince hemen bozulur. Doktorun o kadar sevdiğim kahramanımı beğenmeyişi âdeta benim gücüme gitti. Bir an sustum. Eseri takdir edilmeyen bir sanatkâr elemi duydum. Bu elem, biraz mateme benzer; sevgili evladının kıymetsizliğini, tahkir edildiğini, öldürüldüğünü gören zavallı bir babacığın matemine... Evet, doktorun sanattan, ruhun rebabî ihtiyacından haberi yoktu. Bilmiyordu ki sanatkâr, hâl içinde mefkûresini olanca heyecanıyla duyamayınca romantik maziye döner. Orada ezeli efsanelerini yaşayan binlerce tayf vardır. Bu tayflara tarihin hayalinden renkler, şekiller verir. Onlara meftun olur. Destanlarını terennüm eder.
— Heyhat azizim, sen fen adamısın, dedim, mazinin zevkini duyamazsın.
— Sen de hayal adamısın. Hâlin hakikatini göremezsin.
— Hâlde güzel ne var?
— Mazide ne var?
— Mazide bugünkü medeniyetin, maddiyatın söndürdüğü nurlar var, dedim, ulviyet var. Ruh azameti var. Fikir uğrunda fedakârlık var. Doğruluk, sadakat, vefa, fazilet, kerem, şefkat, muhabbet, aşk var. Hayatın hakiki manası olan mefkûre var. Sonra rebabiyet var... Ah şimdi...
— Şimdi bunlar yok mu?
— Yok, yok.
diye inledim. Doktor güldü. Bana acır gibi baktı:
— Ne fena, ne yanlış itikat...
— ….
Vapur Kız Kulesi açıklarından geçiyor, poyraz solumuzdan çarpıyor, elimdeki defterin yapraklarını açarak kahramanımı beğenmeyen genç doktora sanki bir cevap vermek istiyordu. Tekrar sordum:
—Söyle bana, hâlde mazinin harareti var mı?
— Hâlde hararet değil, ateş var, ateş...
dedi.
— Ben görmüyorum.
— Çünkü hayalperversin. Hakikati gözün görmez. Mazideki kağnı bugün nasıl otomobil şeklinde ise, sorduğun hararet de ateş şeklindedir. Mazideki ok, bugün mitralyözdür. Mazideki kulübe bugün muhteşem bir abidedir. Mazideki sal bugün dretnottur. Mazideki masalcının bir kutuya binip memleketten memlekete uçmak hülyası bugün bir hakikattir. İşte tayyareler, işte zeplinler...
— Fakat manevi faziletler...
diye sözünü kesmek istedim.
— Onlar da, dedi, onlar da asırlar içinde tekâmül yollarından geçerek sizin dar hayalinize sığmayacak derecede mehipleşmiş... Kırk ikiliğin yanında piştovu gözünün önüne getir. Mazinin ulviyeti, mazinin fazileti, hâlin azameti karşısında tabii böyle çocuk oyuncağı gibi kalır. Mazideki fidan, bugün koca bir çınardır. Dur; mesela en rebabî olan bir fazilet... aşk, değil mi? Mazide bir ferde, bir aileye, nihayet bir kabileye karşı duyulurdu. Şimdi bu aşk o kadar büyümüş, o kadar büyümüştür ki, içinde fert, aile, akraba, ummana düşen yağmur damlaları gibi, kayboluvermiştir. Bugünkü millet, vatan, insaniyet muhabbetini düşün. Bugün mefkûre uğrunda ne feda olunmaz? Sevgili mi? Aile mi? Ocak mı? Hayat mı? Ne? Ne? Mazideki fert, asırların içinde, hisçe büyümüş, civanlıktan, uzviyetten çok uzaklaşmış, değişmiş... Şimdi onun ruhu, onun vicdanı büyük bir kâinatı istiap eden başlı başına bir dünya...
Görüyordum: Bu genç doktor, birçok meslektaşları gibi, biraz da hatipti. Üç senelik durma dinlenme bilmeyen bir uğraşma onun sinirlerini çelikletmiş; senelerce, daima üzerinde bomba atan tayyarelerin uçuştuğu hastane çadırlarında itidalini bozmadan ameliyatlar yapmak, müthiş yaralar, kopmuş kollar, yarılmış karınlar, parçalanmış kafalar, korkunç ölümler görmek onu tamamıyla başka bir adam yapmıştı.
Yeni harbin ahlaki kıymetini, ulvi büyüklüğünü, yüksek fedakarlıklarını, duyulmuş bir heyecanla anlatıyordu. Tasvirleri, fen adamlarına mahsus mücerret tabirlerle karışıktı. Cephelerde gördüklerini aynıyla değil, sanki gördüklerinden çıkardığı terkibî neticeyi bana söylemek istiyordu; onun fikrince insanlarda manevî faziletlerin azameti zihnin hacmiyle mütenasipti. Eski insanların içtimai muhitleri mahduttu. Aile, kabile, aşiret, nihayet kavim... Zihinlerinin hacmi de içtimai muhitlerinin sahası derecesinde idi. Yani dardı. Bu dar zihinlerde, ufku genişlememiş dimağlarda, zarurî olarak, faziletler de dardı. Hatta din, uluhiyet, mukaddes bile pek mahduttu. Medeniyetler dimağların ufuklarını büyütmüştü. Fert, mensup olduğu cemiyetin, hatta bütün insaniyetin şuuruyla hissetmeye, düşünmeye başlamıştı. Artık faziletler de zihinlerin hacmine uymuş, inanılmaz derecelerde büyümüştü.
Susuyor, defterimle oynayarak, gülümseyerek dinliyordum. Selimiye’nin önlerinde idik. Köpüklü denizin üstünde serseri martılar uçuşuyor; yanımızdan yelkenli bir mavna geçiyordu. Doktor sağ taraftaki kanepelerde birisini selamladı. Sonra, birdenbire sözlerinin konferans edasını değiştirerek bana sordu:
— Senin destanlarındaki eski kahramanlarının içinde harp meydanında yaralananlar var mı?
— Tabiî var, dedim.
— Yaraları kaç yerinden?
— Muharebenin şiddetine göre... Üç, beş, hatta bazen...
— Bazen?
— Hatta on yerinden?
— Bu, çok mu?
—Az mı?
— …. . Güldü:
— Şuraya bak.
dedi. Sol tarafındaki kanepenin ta ucunu gösteriyordu.
—….
— Gördün mü, o zabiti?
— ….

Büyük kalpaklı, pek şık, pek genç, pek zayıf, uzun boylu, narin, kumral bir zabit...
— Gördüm, dedim, şimdi selam verdiğin, değil mi?
— Evet... Tuhaf bir tesadüf Çanakkale’de, Kafkas cephesinde, Bağdat’ta, Suriye’de, Makedonya’da beni onunla karşı karşıya getirdi. Daima hastahanede, ameliyat masasının üzerinde..
— Demek hep yaralanmıştı?
— Hem kaç yerinden? Tahmin et bakalım?
Harp cephelerini hesap ettim:
— Beş yerinden… dedim.
Doktor yine güldü:
— Hayır.
Cephelerin adedine birer daha ilave ettim:
— On yerinden...
— Hayır.
— On beş...
— Hayır.
— On sekiz...
— Hayır.
— Yirmi...
— Hayır.
— Yirmi beş yerinden...
— Hayır. Daha çık.
Tereddütle:
— Otuz... dedim.
— Hayır. Daha çık.
— Otuz beş...
— Hayır!
“Kırk...” diyemedim. Bu olacak şey değildi.
— Latife ediyorsun doktor...
diye güldüm.
—Hayır, katiyen latife değil. Söyleyeyim mi, kaç yerinden?
— Söyle.
— Tam kırk dokuz yerinden…

Hayretle döndüm. Genç zabite baktım. Elindeki bastonu parlak potinlerine vuruyor, İstanbul’un pek aydınlık bir sis içinde dumanlanan mahmur ufuklarını seyrediyordu.
— Yalan.
— Vallahi sahih[2] söylüyorum.
Tekrar genç zabite baktım. Yüzümü çevirmeden sordum:
— Bu yaraların hepsini ayrı ayrı mı almış?
— Hayır. Hemen her muharebede beş on yara birden... Bir kere Bağdat’ta on sekiz yara ile benim önüme getirdiler. Ayaklarından bir mitralyöz yağmuru geçmiş, yere uzanınca tepesinde bir şarapnel patlamıştı.
Döndüm:
— Nasıl ölmedi?
— O ölmez. Onda bir iman var; başından bacaklarının arasına kadar dört parmak uzunlamalığına, omuzlarının arasında dört parmak enliliğine, çapraz bir hudut çizer. “Buralarda isabet olmazsa ölüm yok.” der. Suriye’de bel kemiğine bir kurşun dokunmuştu. Ayakları tutmuyordu. Kurşunu çıkardım. Yine hissi yerine geldi. Bir hafta içinde kendini topladı. Ateşe koştu, öyle bir azim... öyle bir kuvvet ki... tarif edemem sana... Ameliyat esnasında katiyen kendisini bayılttırmaz.
Yine genç zabite baktım. Kulaklarıma inanamıyordum, bu kadar narin, bu kadar güzel, bu kadar nahif bir vücutta böyle kuvvetli bir ruh...
— Bu genç nereli?
— İstanbullu... Sana kısaca kim olduğunu söyleyeyim. Gayet zengin bir ailenin kıymetli, tek bir evladı... Harpten evvel Almanya’da okuyormuş. Ben dinlemedim. Ama Erenköyü’nde oturan komşularından işittim, harikulade bir sanatkârmış... Harp ilan olununca talimgâha koşmuş. Kemanın yayını bıraktığı eline kılıcı almış… Bütün orduda şimdi onun şöhretini duymayan yoktur. İstediğine sor.
— Adı ne?
— Ferhat Ali Bey.
Vapur Haydarpaşa limanına giriyordu.
— Ben bu ismi duymadım. Resmini de gazetelerde görmedim.
dedim, doktor:
— İşte senin zihniyetin! diye tekrar güldü. Sen yeni kahramanları, medenî, yani millî kahramanları katiyen anlayamazsın. Onlar gürültülü tebcile, pohpoha, âlayişe tenezzül etmezler, hatta böyle reklamlardan iğrenirler. Kahramanlıklarının kendilerine değil, millete, orduya ait olduğunu söylerler. Mesela işte bu Ferhat Ali Bey, katiyen fotoğrafını çıkartmaz. Kafkas cephesinde bir gece istikşâfında baskına uğrattığı Kazakların kılıç yaralarıyla benim hastahaneme gelmişti. Harp Mecmuası’na göndermek için fotoğrafını çıkartmak istedim. Reddetti. “Halkın, ordunun şerefini kendi nefsime mahsus bir haslet gibi göstermek hırsızlıktır.” dedi. Ben de senin gibi evvela anlamadım. Yaptığı kahramanlıkları anlattım. “Bunlar hep birer vazife... dedi, milyonlarca asker vazifesini yapıyor, öyleyse hepsinin fotoğraflarını çıkarıp gazetelere basmalı...”
— Tamamıyla meçhuliyet, nisyan istemek.. Bu tuhaf bir arzu! dedim.
— Hayır, tamamıyla nisyan istemiyor. Hastahanemde onunla uzun uzadıya konuştum. Ruhunu anladım. “Ölülere mükâfat, dirilerin hatırasıdır.” diyor. Onun fikrince bir kahraman öldükten, ebedî hayata karıştıktan sonra tebcil olunmalı. Sağken yapılan tebcil ve mükâfat kahramanlığın, fedakârlığın hasbîliğini bozar. Fazilet şuursuz, menfaat kaybından azade iken şuurlu bir hâle geçer. Sahibini küçültür, düşürür.
Vapur yanaşıyor, yolcular ayağa kalkıyordu. Doktor:
— Haydi, Haydarpaşa’ya in de... çıkarken seni ona takdim edeyim, dedi.
— Peki!
Kalbim çarpıyordu…
Kalktık, o da ayakta idi, bastonuna dayanıyordu.
Doktor önüne gitti. Elini sıktı:
— Nasılsınız Ferhat Bey?
— Çok iyiyim efendim.
— Gördüm sizi, yanınıza gelemedim. Halazademden ayrılamadım. Size takdim ederim......
— Teşekkür ederim.
— İhtiyat zabiti Ferhat Ali Bey!
— Teşekkür ederim.
dedim, sinirli elini sıktım.Doktor bu adsız kahramanla konuşmaya başladı. Ben mukaddes bir vücut karşısında dinî bir haz duyan günahkâr bir mümin sükûtuyla duruyor, onun iri mavi gözlerine, yüksek alnına, hiç kimseye benzemeyen nezih çehresine bakarak içimde derin bir ürperme duyuyordum.
— Şimdi burada mısınız, doktor bey?
— Evet, siz?
— Ben de galiba bir müddet daha burada...
Yürümeye başladık, genç zabit azıcık aksıyordu. Doktor, sordu:
— Bacağınız mı uyuştu? Duralım, ahali çıksın.
— Hayır, yürüyelim, dedi, uyuşmadı. Bu sefer Galiçya’da gülle götürdü.
— Bacağınızı mı?
— Evet, sağ bacağımı!
İkimiz birden taş kesildik. O gülümsüyordu:
— Ama hamdolsun, korktuğuma uğramadım. dedi.
—…
— Evet, bu harp zamanında tekaüt olup bir köşeye atılacağım, levazıma filan verileceğim diye ödüm kopuyordu.
Sararan, birdenbire neşesini kaybeden doktor, matemî bir telehhüfle sordu: 
— Fakat artık nasıl harbe gideceksiniz?
— Pek rahat... Ne otomobille, ne atla, ne de yayan...
— Nasıl?
— Tayyare ile.
— ?...
— Evet, dün nezaret istidamı terviç etti. Beni tayyareci sınıfına ayırdı. Tayyarecilikte bacağa lüzum yok. İnsan oturduğu yerde, rahat rahat harp edecek... Hem binlerce metre yukarılarda, bulutların arasında... Ne zevk, ne zevk!
— ….
— ….
Doktorun, benim, sesimiz çıkmıyordu. İskeleden iniyorduk. Takma bacağını henüz iyice kullanamayan bu yeni, bu medeni, bu millî kahramana bakarak elimdeki eski kahramanların destanını denize fırlatmak istiyordum. Utanacak bir şeymiş gibi gayr- i ihtiyarî bu hakir defteri bükerek cebime soktum. Bilet toplanan tahta parmaklıktan geçtik. Garın geniş mermer merdivenleri önünde ellerimizi sıktı. Ayrılırken doktora:
— Hem artık azizim, yaralanmaktan bıkmıştım, dedi, tayyarede bu yok işte... En çok buna seviniyorum.



Gar bahçesinin yanında yürürken doktor sordu:
— Nasıl yeni kahramanlar?
— …
Cevap veremedim. Yüksek semanın ezeli mavilikleri içinde fen kanatlarıyla uçan bu kahramanların asla yaralanmayacaklarını; bulutların altında bekleyen muhakkak ölümün onlara uzun sürecek hiçbir acı, hiçbir uzvi elem duyurmayacağını düşünüyordum.






BOYKOTAJ DÜŞMANI

-DOKTOR ABDULLAH CEVDET BEY 'E



Akşam tam sofraya oturacağı vakit Rum hizmetçi kızın verdiği küçük ve kırmızı bir kitap, bütün sinirlerini alt üst etmişti. Bu bir propaganda risalesiydi (kitapçığı) . Her sahifesinde " Ey Türkler! Paralarınızı yerli Yunanlılara vermeyin . Yunan donanmasının dörtte üçünün Türk parasıyla yapıldığını yine kendileri söylüyorlar. Kardeşlerinizle, Türklerle alışveriş edin. Yoksa mahvolacağız, açlıktan öleceğiz, ezan yerine camilerde çanlar uluyacak. Uyanın, uyanın . . ." deniliyordu. Bu ne demekti? Artık bu heriflerin küstahlıkları nerelere kadar gidecekti? İşte kendisi gibi din ve bilhassa milliyet taassubundan tamamıyla kurtulmuş medeni ve centilmen bir adamın kapısını da çalıyorlardı . İştihası tıkandı. Bir lokma yemek yiyemedi. Hatta gece hiç uyuyamadı. Sabahleyin erkenden kalktı. Bu muzır ve tehlikeli kitabı mahallenin polis komiserine götürdü ve "Anasır-ı Osmaniye"nin ( Osmanlı Halkının ) arasına fesat tohumu eken bu canileri bulmasını talep etti. Komiser sarışın ve tombul bir efendi idi. Onun uzun boyuna, dar ve tahta gibi düz göğsüne , kesik bıyıklarına, siyah ve dolgun gözlerine baktı.

"Evvela biraz hiddetinizi teskin buyurunuz (sakin olunuz ) efendim . . ." dedi ve taaccüple (şaşkınlıkla) sordu :

"Bu kitabı bırakmak cinayet midir beyim?"

"Şüphesiz cinayet. . ." diye haykırdı . Elleri titriyordu. Kolundaki pardösüsünü çiğniyor ve düşmanını yere seren bir kahraman azametiyle başını yukarı kaldırıyordu . Komiser uykudan yeni kalktığı için hala mahmurdu . Ürktü . Tekrar ona derin derin baktı . Acaba büyük bir adam mıdır?

"Siz kimsiniz, ism-i aliniz efendim?"

"Mahmut Yüsri . . . "

"Zabit (asker-polis) misiniz efendim? "

"Hayır."

" Katip mi?"

"Hayır."

"Herhalde tüccar değilsiniz. Yoksa pansiyoncu musunuz?"

"Hayır, ben gazeteciyim ."

Komiser onun gazeteci olduğunu duyunca sanki üzüldüğüne , biraz ehemmiyet verdiğine pişman oldu .

"Aranır, bulunursa bulunur, bulunmazsa ne yapalım, haydi arş, dışarı! Burada sizin işiniz yok . . ." diye onu kovmaktan beter etti . Karakoldan çıktı. Vapura daha vakit vardı. Orfanidis'in pastacı dükkanına girdi . İki kadeh likör içti. Ah bu matbuat kanunu . . .Büyük Boşa, (Yorgo Boşo , Meşrutiyet yıl larında Rum asıllı miletvekillerinden biridir."Osmanlı Bankası ne kadar Osmanlı ise ben de o kadar Osmanlıyım" sözü meşhurdur) Büyük Kozmidi (Ermeni asıllı İstanbul milletvekili Kozmidi de azınlık faaliyetlerinin sembol isimlerindendir.) gibi mebusların sayesinde yaşayan eski hürriyet olsaydı, bir başmakale ile bu hayvan komiseri ne hale kordu. Bu komiser değil, adeta bir boykotajcı idi. Aleyhinde bulunmayacağını bildiği için kendisine ıslak bir tavuk kadar ehemmiyet vermemişti . Ve üzerine de zımni bir hakaret … Yoksa pansiyoncu musunuz ha . . . Demek yalnız pansiyoncular Yunanlıları seviyorlardı. Bu zihniyet ne müthiş bir felaketti . Medeniyet, insaniyet , edebiyat, ilim , felsefe ve fen Yunan ve Rum muhabbetinden başka bir şey miydi? Dünyada bu milletten asil, bu milletten necip, bu milletten kibar bir millet daha var mıydı? Likörünü içiyor, dışarıya, geç kalmış tembel bir baharın hararetsiz güneşiyle parlayan sokağa bakarak düşünüyordu. Varlık , saadet, şiir, musiki, zevk . . . her şey, her şey Yunan'ın , Yunanlılığın idi . . . Bunu inkar etmek barbarlıktı. Dedelerimiz şimdiki serseriler gibi " Turan, Turan . . . " diye bağırmıyorlar, kendilerine "ehl-i Rum" diyorlar, şairlerine "şair-i Rum" adını veriyorlardı . Ve Nedim . . . Artık bugün böyle büyük bir şairin yetişmesine imkan var mıydı? Bu dahi "Yunan aşkı"nı halis bir Rum gibi , Arapça, Acemce terkiplerle ne güzel anlatıyor,hamamda genç bir oğlanın vücudunda incilenen terleri nasıl ilahi ve esatiri bir şevkle terennüm ediyordu . Milliyetperverler ( Türkçüler-milliyetçiler) Rum ve Bizans mirası olan "Dersaadet"i öldürmek , yerine kaba bir "İstanbul" yapmak istiyorlardı . Bu ne yamyamca bir hareketti, Türklük kabalık demekti ; Yunanlılık ise incelik . . . Larousse bile "Turquerie . . ." kelimesine "kabalık sabalık" manasını veriyordu . Onların Altaylarına , Turanlarına, Kültiginlerine , Kızılelmalarına, Bozkurtlarına , Alageyiklerine , Çamlıbellerine neşideler söylenirken uğursuz boykotaj da mukaddes Yunanlılığın üzerine tüy dikiyordu . Kadehini ağzına götürdü . Nihayetine kadar içti. Dudaklarını mavi kenarlı beyaz mendiliyle ( Mavi-beyaz vurgusuyla Yunan bayrağı renkleri ima ediliyor) silerken alçak sesle:

"Ah zalim Avrupa, dedi, hala uyuyacak mısın?"

Ve büfede mavi gözleriyle müşterisine bakan beyaz esvaplı küçük garsona bir kadeh daha getirmesini işaret etti. Eğer Avrupa bir an menfaat kavgasından vazgeçerek birleşse bu güzel İstanbul'u barbar mutaassıpların elinden kurtaramaz mıydı? Beş on kontrol memuru kafiydi. Ah o vakit Marmara'nın bu narin ve mükemmel ırkı nasıl terakki edecekti? Hudutsuz bir hürriyet içinde herkes sa'yine,(işine) zevkine, sefasına, keyfine dalacaktı . Bizans'ın eski mesut günleri yine bütün şiiriyle doğacak, haz ve sürür, din olacaktı. Halbuki heyhat. . . Hala Avrupa yaşamak için onlara para veriyor, kuvvetlenmelerine müsaade ediyordu . İki üç sene içinde İstanbul ne kadar değişmişti. Birkaç serseri Yeni Lisan, yurt , ocak, fırın, baca, gürültüleriyle Bizans'ın şimdiye kadar hiç duymadığı uğursuz bir heyecanı, milliyet taassubunu uyandırmışlardı . Bunlar, şiarı meşhur "bila tefrik-i cins ü mezhep" olan( cins ve mezhep ayrımı yapmayan ) Tanzimat'ın "beynelmileliyet",( milletlerarası) hatta "beynelümemiyet" (ümmetlerarası )manasına kullandığı Osmanlılığa mukabil bir Türklük emeli takip ediyorlar. Bir muharririn (Ziya Gökalp kast ediliyor)azdığı gibi, "lisanımızdan ruhumuza varıncaya kadar biz Osmanlıları büsbütün Türkleştirmek" istiyorlardı. İki sene evvel kimsenin ne olduğunu bilmediği "Turan"ı bugün duymayan var mıydı? Düşündükçe daha ziyade kızıyor ve hiddetinden titriyordu . Artık kederinden , garazından , kininden gülmesini unutmuştu. Daima dalgındı. Kara sevdaya uğramış gibi pek az lakırdı ediyordu . Ve daracık göğsünde nihayetsiz bir intikam arzusu çarpardı . Türklük lafını çıkaranların kafalarını bir nar tanesi gibi ezivermek için Herkül 'ün ( Herkül: Roma mitolojisinde , fiziki gücü temsil eden yarı tanrı . Yunan mitoloj isindeki adı Herakles ) esatiri kuvvetini ister ve dişlerini gıcırdatırdı. Tekrar kadehi ağzına götürdü. Bu sefer hepsini birden içti .

"Boykotaj ha . . . dedi , sefiller. . . "

Boğazı yanıyor ve midesinde acı bir sıcaklık hissediyordu . İşte kendisi bir Rum evinde oturuyordu . Aşçısı , uşağı , hatta evindeki süt emen çocukların sütanaları bile Rum'du . Şimdiye kadar ömründe bir Türk ve Müslüman'dan alışveriş ettiğini bilmiyordu ve yine etmeyecekti . Dostları , terzisi, kunduracısı, gündüzleri yemek yediği lokantanın sahibi, kitapçısı, kolacısı, hatta fotinlerinin boyacısı bile Rum'du . Ne yapacaklardı? Öldürseler itiyadını (alışkanlık) bozmayacaktı . Kendisi gibi "Neo-byzantin" ( Yeni Bizanscılık- Nev Yunanlılk taraftarı ) arkadaşları da Yunanlılardan ve Türk düşmanlarından başka kimseyi sevmiyor, kimse ile münasebette bulunmuyorlardı .Fakat mesleklerini (gittikleri yolu ) henüz meydana vuramıyorlardı. Daha muhit ( çevre ) buna müsait değildi. Şimdi yalnız milli bir edebiyat , yani Arapça, Acemce kelimeler ve terkiplerle bir Bizans, bir Yunan edebiyatı yapmaya çalışıyorlardı. Şiirlerinde hep Yunan esatirini, Yunan tarihini , Yunan menkıbelerini, Yunan ananelerini mevzu olarak kullanırlardı. Satyrler( Mitolojide kırlarda yaşayan keçiye benzer yarı tanrılar.), Centaurelar (Mitolojide insan başlı " kadın-at") Dianalar (Artemis . Yunan mitolojisinde avcılığın bakire ilahesinin adının Latincesi.)

Thetisler ( Mitolojide gümüş ayaklı su tanrıçası.), Peloslar( "Üzüm kütüğü" anlamında. Mitolojide , bir Satyr ile bir periden olma yarı tanrı ) ve ilh . . . Bir sütunluk yazıları yoktu ki bu muhayyel Yunan esaretinden en aşağı on ikisinin ismi geçmesin. Durmadan yazıyor ve söylüyorlardı. Lakin henüz:

"Biz Türkçe ile bir Yunan edebiyatı yapacağız . . ." diyemiyorlardı .Sonraları evvela herkesin hür olduğunu hatırlatırlar, sonra İskenderiye edebiyatından, Yeni Eflatunilikten bahsederler, nihayet:

"'Bahr-i sefid ' (Akdeniz edebiyatı) edebiyatı yapıyoruz" derlerdi .

Bütün medeniyet, insaniyet, şiir, musiki, hayat oradan çıkmıştır.

Türklerin "edebiyat" denilen bu köpeksiz köyünde sopasız gezerler, bütün ruhları , zevkleri , hisleri, emelleri Yunanileştirmeye çalışırlardı . Ama işte şimdi karşılarında Türkçüleri görüyorlar.

Garsondan bir kadeh daha istedi. Kendisi tam bir "Neobyzantin" idi . "Dilim Türkçe , fakat mutlaka kanım Rum olmalıdır." derdi. Sevdiği milletine, kandaşlarına , Yunanlılara yapılan boykotaj onu delirtiyordu . Herhalde bu vahşetin önüne geçmeli, İstanbul'da güzel Yunanlılığı zayıf düşürmemeliydi. Garson kadehi getirince birden içti . Para ve bahşiş verdi. Pardösüsünü ve bastonunu alarak dışarı çıktı. Eğri büğrü gölgesine baka baka yürüyordu . Gelen vapurdan çıkanlar iki tarafından geçiyorlardı . Fakat o pek kızgın ve mustarip olduğundan kimseyi görmüyordu.

Milliyetperverlerin (milliyetçilerin- milliyet severlerin ) sebebine her şeye garaz bağlamıştı. Hiçbir şey yoktu ki artık onu hiddetlendirmesin. Kuşlara, kadınlara, erkeklere , çocuklara, denize , vapura , kamaraya , köprüye, hasılı bütün hayata kızıyordu. Bir el kolunu tuttu:

"Nereye Mahmut?"

"Matbaaya . . ."

"Bugün pazar yahu . . . "

"Pazar mı?"

Kaç gündür geçirdiği buhranlar ona günlerini unutturmuştu. Mensup olduğu Türkçe harflerle neşrolunan gazetenin tatil günü pazardı .

"Sen nereye?"

"Moda'ya gezmeğe geldim."

Bu en aziz arkadaşlarından ve Neo-byzantinlerin ileri gelenlerinden Nihat'tı. Yunan edebiyatını , Yunan ruhunu , Yunan zevkini neşretmek için kaç senedir önüne gelene propaganda yapıyor, Türkçülüğe karşı insani (hümanist) ve kozmopolit (değişik uluslardan, ırklardan olan kimseleri bir araya getiren) bir cereyan (fikir akımı) uyandırıyordu. Gayet zayıf ve gayet esmerdi. Fakat Mahmut'tan boyluydu ( ………….)Ve Rumcayı mükemmel konuşabiliyordu. Şairdi. ( ………… ) yazıyor fakat neşretmiyordu . (…………………..) Mahmut'un koluna girdi:

"Haydi Moda'ya , dedi, sana dörtte birini tamamladığım bir chefd 'oeuvre'ümü (Fransızca: Şaheser demektir ) okuyayım .,

O şiirlerini yarımşar mısra, yarımşar mısra yazar ve daima kafiye tarafından başlardı. Kol kola girdiler. İttihat Kulübü'nün önünden yürüdüler. Rıza Paşa arsasını geçmişlerdi . Mahmut Yüsri dün akşam barbarların bıraktığı kitabı, sonra köy komiserinin muamelesini sinirlerinin yine perişan olduğunu anlattı. Bu boykotaj vahşeti artık dayanılmaz bir hale gelmişti. Gazetenin başmakalesinde gürültüye başlamalı ve dalgın Avrupa'nın gözünü buraya çevirmeliydi. Yarın başmuharrire söyleyecekti . Ve boykotaj aleyhine yazı yazmazsa o kadar büyük ve insani yani Yunanî emellerle girdiği bu gazeteden çekilecekti. Mühürdar'a yaklaşıyorlardı. Nihat ona teselli verdi :

"Nafile üzülüyorsun Mahmut, bu heriflere lüzumundan fazla ehemmiyet veriyorsun , hım . . . Donanma donatma yapacaklar da Yunanlılık nurunu söndürecekler ha, akıllarına şaşayım . Bir sürü kimse onların kitaplarını, ilanlarını dinlemiyor. Yunanlılar yine eskisi gibi mesut ve zengin . . Ama yakında Altaylarını, Kızılelmalarını görecekler." Fakat Mahmut çok sinirlenmişti.

"Ah monşer, ah monşer . . . " diyor, dişlerini gıcırdatıyor, gayet kalın ve sarı ellerini sıkıyordu . O Türklere ve Türklüğe karşı duyduğu nefreti mümkün değil, anlatamazdı. Gazinoya gelince, yarın kenarında bir masaya oturdular. Arkalarını İstanbul'a çevirmişlerdi. Gözlerini Marmara ile semanın birleştiği mavi beyaz ufka diktiler. Nihat güldü:

"Oturak, oturak . . ." dedi. Mahmut soluk yüzünü, renksiz dudaklarını buruşturarak tekrar etti:

"Oturak, oturak, pis bir oturak . . ."

Bu "oturak . . . " lafı Nihat'ın icadı idi . İstanbul 'a "dolu bir oturaktır" derdi. Ve İstanbul'da herkesin pislik içinde yaşadığını iddia ederdi . Türkçe yazan bu Yunan şairinin İstanbul için bulduğu bu zarif ve parlak teşbih Nev-eflatunileri sevinçten çıldırtmıştı.

Oturak . . . Bu hayali o kadar nefis, o kadar temiz, o kadar fevkalade buluyorlardı ki hatta içlerinden birisi milliyetperver muarızlarına (karşıtlarına): "Nihat bütün ömründe mısra neşretmese, yalnız bu "buluş"u onun dehasını , şairliğini ispata kafidir" demişti.

Gelen Rum garsondan bira istediler. Gayet nazik, şık ve centilmen Rumlar kadınlarıyla beraber masalarda oturuyorlar, yüksek, fakat işitilmez sesleriyle durmadan konuşuyor ve gülüşüyorlardı. Adalar'dan gelen bir vapur, dursa batıp boğulacakmış gibi selikavi (düşünmeksizin , alışkanlıkla , içgüdüsel) bir acele ile yüzüyor ve denizin açık mavi sathında beyaz ve dalgalı bir çizgi ürpertiyordu . Mahmut fesini çıkardı; başı, tıpkı tahtadan bir kukla kafasına benziyordu . Sivri ve eğri büğrü idi. Elleriyle siyah ve yapışık saçlarını düzeltti . Arkasına dayandı. Nihat kollarını çaprazlamış uzaklara , edebiyatını yapmak istediği Akdeniz'e, Yunan vatanına bakıyordu . Garson biraları bırakıp gidince Mahmut'a döndü :

"Monşer, sen çok asabileşmişsin . . . dedi, tebdil-i havaya ( hava değişikliği) gitmezsen, hasta olacaksın."

Onun fikrince oturak, muharebeden sonra bütün bütün kokmağa başlamıştı. Başı dönen, midesi bulanan, üzerine fenalık gelen ya Avrupa' da yahut mukaddes Akropol 'da (Atina'ya hakim yüksek bir kayalık üzerinde bulunan ve büyük mimari ve tarihi önemi olan birçok antik yapı kalıntılarını içeren eski bir hisardır) soluğu almalıydı. Biralarını içerek hep bunu konuştular. Mahmut'un karısı zengindi. Ona seyahat parasını verebilirdi. Ah, evet, Akropol . . . Atina, Argos (Yunanistan'ın güneydoğusunda bir şehir) . . . Agamemnon'un (Yunan mitolojisinde bir şehrin kralı iken Truva (Troya) savaşında , Av Tanrıçası Artemis rüzgârları serbest bıraksın diye kızı İphigenia’yı kurban etmek isteyen hayali Yunan kahramanı ) mezarı . . . Nihat anlattıkça Yunan ruhu galeyana geliyor, taşıyordu .

(……………………..)

Mahmut şimdiye kadar asla düşünmediği bu Yunan seyahatini birden kurmaya başladı. Homer' i okuyan ve ezberleyen, Yunaniliğe tapan bir şairin mukaddes Akropol haccını ihmal etmesi reva mıydı? Hem niçin şimdiye kadar o renk ve ziya memleketine gitmemişti.

"Gitmeliyim, bir an için olsun, bu oturağın içinden çıkmalıyım ," diye mırıldandı .

Ve Nihat şiirini okumak için kalktı.

Kadehlerini sık boşaltıyorlar, sarhoş olmak istiyorlardı . İki martı birbirlerini kovalar gibi uçuyor, yarın dibindeki kayalara konuyor ve hemen yine kalkıp havalanıyorlardı.

Afrodit. . . Afrodit. . .( Yunan mitolojisinde aşk tanrıçası).

Afrodit . . .

Nihat ellerini oynatarak iki mısradan ibaret büyük ve uzun şiirini okuyordu . Koşuşan ve oynaşan küçük Rum çocukları durarak arkalarından onlara bakıyorlar.

"Ti telis vire , ti telis? . . . "( ne diyor ) diye gülüşüyor ve şakalaşıyorlardı. Hafif ve serin bir rüzgar dalgalanıyor, yosun ve deniz kokularına karışık tatlı ve hayalle bir esatir ( efsane) kokusu getiriyordu.

Afrodit. . . Afrodit . . .

Afrodit. . .

Mahmut'un başı dönüyor, kararan gözlerinde mavi bir güneş açılıyor, sonra beyaz ve parlak aydınlıklar içinden Akropol tepesini, Partenon'u, Pinakotek'i, Erekteon'u ( Yunanistan'daki tapınak, müze ve ören yerleri ) görür gibi oluyordu.

Afrodit . . . Afrodit. . .

Afrodit. . .

Hayat, lezzet, şiir, zevk, hakikat, safa her şey, her şey . . . orada idi. Oraya koşmalı , şiir ve sanatı menbaından, (kaynağından) Yunanilikten almalıydı . Kendisi gibi bir sanatkar bu oturakta yaşayabilir miydi? Ona eski ilahların bıkılmaz ve hakiki mabedi lazımdı .Bu mabede girecek, güzelliğin ve sanatın esrarına vakıf olacaktı.

Afrodit. . . Afrodit . . .

Afrodit. . .

Karşısındaki mavi ve beyaz serap eridi . Venüs mermer vücuduyla önüne dikiliyordu . Etrafında birçok genç ilaheler çırçıplak -tıpkı meşhur Maison Americaine' deki kızlar gibi- bellerini çökertiyor ve memelerini dışarı çıkararak şuh ve nefis reveranslar yapıyorlardı . Venüs işte üzerine yürüyordu . Erguvani ve gayet şeffaf bir yolda basan beyaz ve nermin ayakları azıcık daha yüzüne dokunacaktı. Gayr-i ihtiyar! geri çekildi . Birden gözünü açtı . Uyandı. Kolu dokunan bira şişesi masadan aşağı yuvarlanmış ve gürültüden yüreği hoplamıştı. Toplandı. Epeyce kendine geldi . Nihat hala şiirini bitirememişti. Hala ellerini oynatarak, gözlerini süzerek, başını sallayarak ezberden okuyordu.

Afrodit . . . Afrodit. . .

Afrodit. . .





Tanin, Sayı: ı 9 5 2 , ı 7 Mayıs ı 330 [ 3 0 Mayıs 1914 ] , s . 3-4.